• 21/02/2018

Urban Ultra Hajar 50km 2018 Yarış Raporum

Urban Ultra Hajar 50km 2018 Yarış Raporum

Urban Ultra Hajar 50km 2018 Yarış Raporum 768 1024 Yonca Tokbaş

2012’de Likya Yolu Ultra Maratonu 6G kategorisinde ilk koştuğumdan beri, patika aşığıyım. 18 yıldır Dubai’de yaşıyorum. 2015’de Desert Trail Runners grubu ile tanışınca, bölgedeki yarışlardan da haberim oldu. Urban Ultra’nın düzenlediği Urban Ultra Hajar 50km ultra maratonuna yazıldım.

Ağustos’da UTMB bünyesindeki CCC’de koşacağım 101km öncesi, farklı dağ, farklı zemin, eğim ve zorluklarda yarışları koşarak kendimi ters köşeye yatırmak ve tecrübelerimi arttırmak istiyordum. Kendi başıma uzun koşmaktansa, yarış koşarak deneyim edinmeyi seviyorum. Bana yurtdışı bir yarış koşmaktansa, gidebilsem Türkiye’deki her patikayı koşmak fikri daha sıcak, daha iyi geliyor. (haklı nedenlerimi en sona sakladım) Bu yarışa yazıldığımda, patikaların afacan keçisi Seda Nur Çelik (hem kuvvet hocam, hem Runfire, hem de Likya’dan çadır arkadaşım ve deli kızım benim) arayıp o da yarışmak istediğini söyleyince, çok sevindim. İlk defa Birleşik Arap Emirlikleri sınırları içinde bir ultra maratonda 2 Türk sporcusu* olacaktık.

(*“Sporcu” kelimesini özellikle seçtim. Bakiye Duran, ne zaman “kadın” desem, “Türk Sporcu” demek daha doğru. Kadın veya erkek fark etmez, eşitiz. Türk sporcusu olarak katılıyoruz” demişti. Düşündükçe, Bakiye Duran’ın her düşüncesi, her söylediği daha da içime işliyor. Biz onun gidip de döndüğü yolların daha çok başındayız. Nitekim, erkeklerden bir farkımız olduğunu zaten düşünmediğim gibi, eşit derecede güçlüyüz, bunu patikalarda çok daha net görüyorum. Yarış istatistiklerine baktığımda da, kadınların bir tık daha fazla dayanıklılık gösterdiklerini ve fakat ama, sayımızın henüz, kendimiz yüzünden, haksız derecede az olduğunu düşünüyorum.)

Hava Koşulları Beklentim

Şubat ayı, BAE için sıcaklığın dayanılabilir olduğu dönem. Normal yaz koşulları. Haziran sonu, Bodrum havası gibi. Kum fırtınası riski olabilir, veya yağmur bombası atabilirler. Bu ikisi de burada sıkıntılı bir hava.

Yarışa dair ön bilgim

Pek fazla yarış raporu, bilgisi, videosu bulamadım, görmedim. Kaydolduktan sonra elimde organizasyonun verdiği eğim tablosu, zorunlu malzemeler, kontrol noktaları ve verilen takviyelerin olduğu dosya vardı.

Eğim Tablosu

Eğim tablosuna bakınca şaşırdım. Ras Al-Khaimah (RAK) ve Fujairah Emirlikleri’nde yıllar içinde birkaç kere bulundum. Dağlarını hep uzaktan gördüm. Arabayla gidilen o seyahatlerin üzerinden de hayli zaman geçti. Desert Trail Runners grubu ile birkaç kere Cuma günleri vadilerinde koştum. Bir kere de yine RAK’da düzenlenen 21km patika yarışında koştuğumdan, zemini ve ortamı az çok biliyordum. Çarşak, kayalık, taşlık ve bazen kum. Ancak yine de tabloda gördüğüm eğim, beni hayli düşündürttü. Yaklaşık 1 ay boyunca gide gele bu eğim tablosunu inceledim. Çok sert ve dik iki çıkış vardı. Birincisi Janas Dağı, ikincisi Yibir Dağı. Hadi çıkışlar zor diyelim, iniş daha kolay bi şey değil ki. Bu iki dağın adını da ilk defa bu yarışa kaydolunca duydum. Bu BAE’den de kaynaklanan bir garip hal. Bir türlü buranın yerel hayatıyla tam içli dışlı olamıyorsun. Bu yarışla aslında içinde yaşadığım coğrafyayı bambaşka tanıyacağım için de sevindim. Daha şimdiden ne çok şey öğrenip şaşırmıştım.

Kazanım

Kazanıma baktıkça nedense bir türlü inanmak istemiyordum. 50km’de 2500metreye yakın kazanım, şaka olmalıydı. UTMB – OCC 56km’ de, Mont-Blanc Dağı’nda 3500metre kazanım vardı. Bu nasıl yer, nasıl yarıştı böyle? Orada nasıl o kadar dağ ve patika vardı? Gerçek miydi bunlar? Bu sorularımın nedenleri aslında bu bölgede bilgilerin, haberlerin hep bi “inanılmaz” ve kısmi sansürlü olması yüzünden sanırım. Tam güven duyamıyorum bir türlü.

Bir yandan da, teknik kitapçıktaki o cümle: “ilk 50km, 100km yarışının da ilk 50km’si ve en kırıcı, en teknik, en zor kısmı” deniyordu. 50km için verilen 12 saat sürenin dışında, diskalifiye olmamak için 3. Kontrol noktasına, yani 32.km’ye saat 11:00’den önce varmak şartı vardı. Bütün kazanım da zaten ilk 50km’de oluyordu. Kalanı dümdüzdü. Kafam sürekli “acaba 100km’ye mi yazılsaydım?” diye soruyordu. Hani bu kadar cefayı ilk 50km’de çekip bitirince, kalan 50km illa biter kafaları vardı. Bir yandan da 16 Mart’da Paris Ecotrail 80km’ye gidecektim. Yok yok, 50km iyi fikirdi. Öte yandan, 100km ITRA 4 puan verirken, 50km madem bu kadar zordu, neden puansızdı gibi bir dolu şüphe ve gelgit vardı kafamda.

Fısıltı Gazetesi 

Bu yarışın, bölgenin en zor yarışı olduğunun söylentisi vardı. Müthiş manzaralardan ve olağanüstü bir organizasyondan bahsediliyordu. Daha önce burada katıldığım 21km patika koşusunda organizasyonun tonla parayla yapamadığı işe hayli şaşmış ve hayal kırıklığına uğramış biri olarak, temkinliydim. Fısıltı gazetesine inanmak da istemedim. Türkiye’deki organizasyonlar, tüm sponsorsuzluğa ve az katılıma, az paraya ve sürekli zarar etmeye rağmen 5 değil 7 yıldızlı yapılıyor. Bunu Bakiye Abla da, başka ultracılar da söylerler. Türkiye’ye gelen yabancı yarışmacılar da bunu söyler. Bi bzim kendi insanımız çok acayip kolay şikayet edebilen bir yapıya sahip. Bunu söylemeden geçemeyeceğim. Belki de yetiştirilme tarzımızdaki “el bebek gül bebek” durumundan. En ufak aksaklık, zorluk aman aman aman ne büyük olay oluveriyor. Oysa, uzun yol demek, zaten bir dolu eksikliğe rağmen ilerleyebilmek demek. Doğada spor demek, bazı şeylerin şehirdeki gibi olmaması, ve olmadığı için oradayız demek. Şehirden patikaya gelip ev-otel konforu beklentisini hep hayretle karşıladım. Bütün o sadelik ve zorluk bu işin zevki, ruhu. Mesele, en azından o süre içinde şehirin üzerimizde yarattığı anormalliği aşmak, doğamıza dönmek zaten.

Yarış öncesi son 1 aylık durumum

Normal antrenmanlarıma devam ediyordum. 2 Şubat 2018’de Dubai Ironman 70.3 tamamlamıştım, ve kesinlikle ultra maratondan çok daha kolay olduğunu düşünmüştüm. De işte bunu bir türlü kimselere diyemiyordum. İşin kendisini yapmadan çok tantana etmiştim, ama kendisi beklediğimden kolay geçmişti.

3 farklı branşı çalışmak çok zor gelmiş, ama triatlonun kendisi oyun gibi geçip gitmişti. Finişte hiç yorulmamıştım. Ultra ise, tek branşta konsantrasyon demekti. Ironman70.3 deneyiminden sonra, ultra maraton benim için tartışmasız çok daha zor bir olaydı, emindim. Yine de o 6 saat 59 dakikalık tecrübemin, iyi bir uzun antrenman olduğunu düşünüyordum.

7-12 Şubat arası, Destina’nın New York’daki dans seçmeleri için New York’a gittik. Dubai’ye 13 Şubat öğleden sonra indiğimde, yarışa 2,5 gün kalmıştı ve ben jetlag olacak zamana bile sahip değildim. New York’da 2 kere kısa kısa koşma şansım olmuştu. Her gün en az 12-13km yürünmesini cebime kar kabul ettim. Aktif dinleniyor gibiydim. Nesi dinlenmekse! Destina’nın yaşadığı stres, bizi ondan çok etkilemişti. Ölüyordum yorgunluktan.

Seda da Dubai’ye bizden 8 saat önce inmişti. Bir çılgın koşturmaca da onunla başladı. Zaman su gibi geçti. Uyuyacak zamanım pek olmadı, olduğunda da uykum gelemedi. Hiperaktif hissediyordum. Mutlu ve keyifliydim. Tüm beden saatim şaşmıştı. Perşembe akşamı Vatanım Sensin izlemek ve yola çıkmak istiyordum. Planımda Perşembe günü öğleden sonra ayaklarımı dikip uyuklamak, dinlenmek vardı. Yarış sabah saat 5:30’da RAK’dan start alacaktı. Otelde 2:00-3:00 arası kit teslimi vardı, ve Seda’nın yarış kitini alması gerekiyordu. 4:00’da yarış için teknik toplantı, 4:15’de otelden starta gidiş programı için, evden gece yarısından sonra saat 12:45’de yola çıkmamız gerekiyordu. Dubai-RAK arası 1,5 saat yol demekti.

Öğleden sonra çocuklar, ev, iş güç vesaire bir türlü dinlenmek nasip olmadı. Acayip sinirlendim. Yine kendimi düşünemediğim, düşünülmediğim bir gün geçti diye isyan ettim. Şuna bak, yarışa stres olacak hal mi var? Yine de, kardeşim Fuat’ın nefis tespiti gibi, bende bir yarış sükuneti oluşmuş. Tecrübelerden sanırım. Keyfini, heyecanını, tutkusunu hissediyorum. Merak tavan, zevk var. Hadi artık başlayalım çekiyor canım; ama stres, gerginlik, endişe filan sıfır. Fuat: “Abla sana acayip bir bilgelik gelmiş, son dakika 150km deseler gider koşarsın gibi görünüyorsun” dediydi, aynen öyle de hissediyorum, doğru.

Tam da burada, tüm Ultracı arkadaşlarıma saygı yolluyorum. Bakiye Duran, Aylin Savacı Armador, Elena Polyakova, Şirin Mine Kılıç, Aysen Solak beraber koşma şansım olmuş olan sadece birkaçı. Her paylaşımları, her anlattıkları, her yaşadıklarına ettiğim tanıklık beni susuz kalsam kilometrelerce koşturur.

Bir de düşünüyorum da, bir Likya Yolu Ultra Maratonu 6G ve Ultra kategorilerini yaşamış olmak, insanda bambaşka bir çığır açıyor. Dünya’nın neresine gitsem bunu düşünür oldum. Öyle bambaşka bir deneyimmiş ki, hayatımın mihenk taşı diye söylemekten yılmayacağım.

Yarış Kayıt Ücreti:

618,50AED, yani yaklaşık 700TL idi. 700TL gibi bir rakama kaydolmuştuk. Kaydolurken, 6gün süren koca Likya Yolu Ultra Maratonu için 1000TL ödediğimizi düşününce ağlamak istedim. Hafta sonu kayak tatiline kaça gidiliyor Türkiye’de bilmiyorum ama, 6 Gün koşu sporu tatili gibi baksam, hele de Likya’da o lüks organizasyonda, 1000TL değil, bu koşulda en az 6000TL filan olmalıymış. Yıllardır içim gider o organizasyonun nasıl bir emekle yapıldığını gördükçe. Sabah yumurtalı ekmek dahil, akşam 10 çeşit yemek çıkar. Yine de şikayet eden olur, benim yüzüm kızarır da Uzunetap ekibi dayanır. Ah bütün UZUNETAP ailesinin elinden gözünden öpeyim ben!  Yüzyılın spor olayıdır net, hele de o rakama! Bu yarış için öylesine pahalı bir kayıt ücreti ödedik, 50km için, o kadar diyeyim. 

Yarış kitinden çıkanlar

Vegan çips, granola, vegan bisküvi, bir Gu jel, bir Aqualyte, 2 küçük paket karışık kuruyemiş, 1 adet Adventure HQ suluk, 1 tişört (kalitesini beğenmedim, insanı testere gibi biçen o kumaştan), 1 indirim kuponu, 1 buff, Göğüs numarası ve göğüs numarası tutturmak için müthiş pratik takmatik düğmeler (bayıldım), drop bag (eşyaları finişte teslim alma çantası – çöp torbası gibi idi), 1 şişe su. Hayli iyi bir yarış kiti diyebilirim.

Zorunlu Malzemeler

  • 1.5ltr Su – Suluğun tam kapasite dolu olması şart
  • Kafa lambası
  • Cep telefonu tam şarjlı, yarış ve parkur direktörünün telefonları kayıtlı olmalı
  • Verilan suluk macburi. Pet şişede su verilmeyecek. Damacanadan doldurulacak, yanınızda olmak zorunda. Enerji içeceği için de o kullanılacak.
  • Düdük
  • Çakı
  • Acil durum battaniyesi
  • Çöp atmamak ve biriktirmek için çöp torbası
  • Parkur haritası çıktısı
  • Acil durum kiti: 4”x4” gazlı medikal bez, medikal bant, antibakteriyel pomad, 3” Ace bandaj, ağrı kesici. Voltaren, Ibuprofen vs. İhtiyacınız olan herhangi başka ilaç varsa onlar.

Tavsiye: Kumdan koruyucular (ayakkabılar için), gözlük, enselikli şapka, güneş koruyucu krem, küçük makas, ek bant, enerji jelleri, beslenme, ıslak mendil, tuvalet kağıdı, yedek pil, akşam için ek kıyafet, yedek çorap, rüzgarlık/yağmurluk

Start öncesi

Seda uyumaya çalıştı ama uyuyamadı. O da, Likya’dan beri ufak tefek bi şeyler koşmuştu ama sakatlıktan beri ilk ciddi yarışı olacaktı. Heyecanlıydı. Uykusuz yola çıktık. Zamanında Golden Tulip Khatt Springs Otel’e vardık. İlk iş Seda’nın yarış kitini teslim aldık ve hemen çanta kontrole geçtik. Çanta kontrolden eksiksiz geçtik. Yarış çipi burada tıpkı triatlonda kullanılanlar gibi, ayak bileğine cırt cırtlı bantla takılıyor. 3-5 kere tuvalete gittik. Su içmeye devam ettik.

Oteldeki ortamda yarışçılarla sohbet ettim. Lee Harris hem The North Face dağ atletizm koçu hem de Desert Trail Runners ekibini koşturan ekip başı. Bana Likya ve Runfire Tuz Gölü hakkında sorular sordu bilgi verdim. Sonra bana, CP3-CP4 arasının çok tehlikeli, uzun ve dik bir tırmanış olduğunu, risklerini anlattı. “Çok kişi dehidre oluyor, mutlaka çişini yap, sık sıvı al ve beslen, herkes orada DNF* oluyor. Yarışı belirleyen nokta orasıdır” diye uyardı. Uyarısını ciddiye aldım. Kafaya yazdım.

(*DNF: Did not finish, yani yarışı bitiremedi demek. Finisher: Yarışı bitirenlere denir, DSQ ise diskalifiye olanlar için kullanılan kısaltma)

Teknik Toplantı

(CP- Check Point, yani Kontrol Noktası demek. O noktada gönüllüler olur ve muhtelif takviye (su-elektrolit, meyve, kuru yemiş, tuz vs) verilebilir. Yarıştan yarışa, organizasyondan organizasyona verilen destek içeriği değişir)

Geçen sene ilk CP’de, yani 7.5km’de, kimse su almamış diye o CP’de suyu kaldırdıklarını açıkladılar. Yarışmacılardan David, geçen sene havanın serin ve hatta yağmurlu geçtiğini hatırlattı. Hava daha şu an 25 derece, bilsem en az 600ml’lik bir suluk daha alırdım yanıma diye düşündüm, eyvah dedim.

CP2’nin 17.km’de olduğunu biliyorduk. Bu demek oluyordu ki, ilk 17km elimizdeki 1,5lt suyu iyi kullanmak durumundaydık. Patika koşusunda su en önemli ihtiyaç ve 1km kimi zaman 1 saatte gidilemeyebilir. Yani 17km, bir yol koşusunda 1-2 saat alsa, patika, dağ, çıkış gibi durumda bazen 4 saat de olabilir. Kendimle konuşmaya başladım:

Kızım Yonca, sen akıllı ol, hava karanlık ve serinken, yol almaya bak. CP2’ye var orada dinlen. İcabında bulduğun her gölgede mutlaka ara toparlanma yap. Çok sıcağa kalma, kendini hızlı giderken de tüketme. Çok zekice 17km’ye varman gerek, aman kızım, sakin ve kararlı.

CP3, 32km ve saat 11:00 için zaman sınırı var. 11:00’den sonra gelen diskalifiye olacak. Teknik direktör, buraya gelene kadar ilk çıkışın hayli dik olduğunu, bugüne kadar o dik yokuşu kimsenin koşmadığını, yolda oyalanmamak gerektiğini ve mutlaka her koşabildiğimiz metreyi koşarak CP3’e zamanında varmaya çalışmamız gerektiğini söyledi. Yarış direktörü ne dinlerse ciddiye alırım. Aldım.

Avarelik etmek yok iş ciddi Yonca!

CP3-CP4 arası için kadın giderek ciddileşti. “Bugüne kadar herkes bu iki CP arası dehidre oldu, sorun yaşadı ve bıraktı. Mutlaka yarım saatte bir su içtiğinizden ve beslendiğinizden emin olun. Finişe gelmek ve/ya DNF olmayı bu iki CP arası belirleyecek. Uyarıyorum çok dik, çok zor, çok yavaş geçecek.” dedi. 32-44km arasından, yani 12km’lik bir mesafeden bahsediyordu. Bütün sulukları tıka basa doldurmamızı salık veriyordu. Daha önceki yıllarda kimseye suyun yetemediğini, tepede köylerde beyaz tankerlerde su olabileceğinden bahsediyordu. Biraz “Allah’a emanet” bi halden mi bahsediyor, bana mı öyle geliyor gibi bi huzursuzluk oldu içimde. Keşke bir suluk daha alsaydım yanıma. Koşamayacağımızı, çok yavaş çok dik çıkacağımızı herhalde 10 kere filan tekrarladı. Bu arada, parkur ve patikalarda görülen çöpleri toplayıp getirenleri not alacaklarını, en çok çöpü toplayana bir sonraki yarışın bedava olacağını söyledi. Bu uygulamaya bayıldım. Ancak parkurda çöp görmedim ki toplayayım. Buna hem sevindim, hem çok kıskandım. Esas bomba şimdi geliyordu.

Finişe inen son patikayı değiştirdiklerini, finişin 3km öteye gittiğini, son iniş patikasının çok daha “eğlenceli ve bacakları hayli üzecek bir teknik patika olacağını” ve finiş zamanını 1saat arttırıp 12 değil 13 saate çıkarttıklarını açıkladı. David O’Hara, gülmeye başladı. Dalga geçip geçmediklerini sordu. Yok, kadın ciddiydi. Herkes sustu.

Son 3km teknik patika için 1 saat öyle mi, peki! Parkur uzadı, bir CP azaldı, su kaldırıldı.

Oldu canım!

Başımıza neler gelecek bakalım.

Otobüse atladık, starta yola çıktık. Bulduğum ne kadar su varsa içmeye devam ettim. Otobüste ikimiz de altımıza ediyorduk. Öylesine su içmişim su karnımda, bedenimde dola dursun diye.

START

Start alanı, vadinin başında. Hava henüz karanlık. Eyvah ben biliyorum bu sessiz durgun sinsi havayı. Sıcak ve tozlu. Sinsi esinti kum taşıyor. Kumlu bir havayla start alıyoruz. Sıcak, daha da sıcak olacak demek. Dikkat ve temkin Yonca. Seda o sırada hayli gergindi. Çok alem bi çocuk bu çocuk.

Kafa lambamı taktım. Tuvaletimi yaptım, yine. Ben de gerdim kızı yahu! O kadar istiyorum ki kürsü yapsın. Kendi yapamadığını çocuğun yapsın gibi. Kıza son dakika rakiplerini filan gösterdim. Tanıyorum hepsini, her hafta sonu buralarda koşuyorlar. Araziyi biliyorlar. Evlerindeler yani. Ama o da Seda Nur Çelik! Hadi kızım, hadi!

Finişte teslim alacak olduğumuz çantaları (drop bag) minibüse teslim ettik. Tabi ki yine birkaç kişi yanıma gelip “Delirmiş olmalısın, ayağında o terliklerle mi koşacaksın, daha önce koştun mu, ama burada olmaz, kaç yıldır koşuyorsun onlarla, ne bunlar, bunlar koşuya özel mi, ama bu patikalara olmaz, sana acıyorum, seni görünce ayaklarımdan asla şikayet etmeyeceğim, keşke buraya bunlarla gelmeseydin vs vs vs…” gibi, artık bana çok tanıdık gelen, sakin sakin dinleyip cevapladığım şeyler söylediler. Ben de alışık olduğum üzere seri bir şekilde tüm endişeleri gidererek cevapladım.

İnsan denen canlı, bilmediği ve ilk defa gördüğü bir konuda hep çok endişeli ve kesin kullanıcısından daha çok şey biliyor. 🙂 Yabancı gelen her şeye ilk tepki hep itiraz. Konuyu bilmeden nasıl itiraz edilir bilmiyorum. Ama oluyor.

(Ayağımdaki sandaletlerle -Luna Sandals- nasıl koştuğumu ve koşu ayakkabıları hakkında görüşümü bu yazıda okuyabilirsiniz: https://4yaprakliyonca.com/kosuayakkabisi/  )

Bu yarışta, OSO Flaco model Lunalarımla koştum. https://lunasandals.com/products/oso-flaco

Yarış

Start tam saatinde 05:30’da karanlıkta kafa lambalarımızın ışığında alındı. Başladığımızda inanılmaz mutluydum. Nihayet patikalara, geceye, yıldızlar altında ayak seslerine, bir avuç insanın deli gücüne, tezek kokusuna, tatlı bir esintiye, doğmaya yüz tutmuş güneşe, horoz seslerine; başta heyecandan düzensiz atan kalbimin gümbürtüsüne kavuşmuştum. Tabi ki herkes beni geçiyordu. Tabi ki, “Ulen yine sona mı kalıyoruz konusunu dert etmeden ilerliyoruz” diye kendime gülüyordum.

O da ne? 5.km civarı bi baktım ileride bir durum var. Herkes mi geri dönüyor ne? Anaaa! Hepsi yanlış patikaya dalmış! Hay Allah, Ay Seda da dalmıştır şimdi bak görüyor musun! Ne aceleniz var be evladım. Hızlı gidenin peşinden, yem görmüş balıklar gibi, illa bi gidilir. Hatta patikayı en bilen en çok şaşırandır. Nitekim öyle de olmuş. Rotayı çıkaran ekip yanlış sapmış, herkes de peşinden. Patika sola işaretli, onlar sağdan bayır yukarı gidivermiş. Tüh tüh tüh! Ben tın tın tın soldan devam ediyordum. O ana kadar biz yaklaşık 10 kişi birden yarışın sonuncu 10 kişisiydik, onlar yanlış sapınca birden ilk 10 olduk. Tüm birinciler de sondan 10.oluverdi tabi. Bizi geçmeye çalışıyorlardı şimdi.

Her patika-dağ-doğa koşusunda olağan bir durum bu. Son kilometreye kadar birinci gidersin, son 1km’de öyle bir kaybolursun ki, arkadan gelenler seni sollar gider, kürsüne bile konar. “Ay ben birinciydim ama yaaaa” diye cinnet geçirmeyeceksin Canım. Patikanın fıtratında rotadan şaşmak da var. İşin tüm heyecanı da burada. Patika senden pür dikkat olmanı de bekler. Sonucu saygıyla karşılamayı da, seni geçeni kutlamayı da. Sinir yönetiminin alası işte.

Neyse, ben pıtı pıtı diğer yavaşlarla ilerlerken kimi öncü ekip resmen uçurum gibi bir yerden aşağı atlayarak filan, doğru patikaya kestirmeden girmeye çalışıyordu. Kimisi gerisin geri dönüp doğru yola kavuştuğunda bizi geçmeye başlamıştı. Her geçene bakıyorum, Seda nerede? Seda nerede? Hadi Sedaaaaa yetiş! Geç beni, beni geç, beni geç hadi be kızım neredesin? Beni geçen her kadına bakıyorum, zaten bir avuç kadınız. Seda’nın olası rakiplerinden ikisini gördüm. Offff nasıl kıllandım bak! Nerdesin ya Seda? Derken Seda soldan geldi, “Olacak iş mi Yonca, sen gel yine ilk başta kaybol…” dedi, güldük. “Hadi hadi morali bozmak yok, kızlar daha yeni geçti, yakalarsın” dedim. Ama Seda son kısmını duymadı sanırım. Rap rap rap bastı gitti.

7.5km’ye geldiğimizde, güneş karşı tepeden pek güzel beliriyordu. Patika da dikliğini belli etmişti. Dedikleri gibi su filan yoktu. Bi adam bize “Burdan yukarı hadi koşun bakalım” esprisi yaptı. Gülüştük, he he he…çok komik 🙂

Dimmmdik bir çıkış. Hemen kendimi çıkış sakinliğine soktum. Kaplumbağayım, azimle rin tin tin ilerlerim. Durmam; ama dinlenerek ilerleyeceğim.

Bu yarış tam baton alınacak yarışmış. Kesin bir daha geleceklere bunu söylemem gerek, baton alınır evet. Zemin, küçük sivri, keskin, paramparça kayalık. Hayli kaygan. Öyle dik ki, herkes kayıyor. Ben kaymıyorum. Ayaklarım sağlam basıyor yavrum benim. Çıkıyoruz. Sonsuzluğa çıkıyor gibiyiz. Göğe çıkıyoruz resmen. Vertikal çıkış dediklerinden mi bu acaba? Öyle gibi. Ama dediklerine göre bu ikinciden daha merhametli bir çıkış-mış. Hımmmm, o zaman Yoncacım, ikincide hepimizi çok acayip bi durum beklediği kesin. Sık sık, az az su içmeyi ihmal etme. Su ve gıda eksiği seni ileride erken tüketir. Dolu dolu ilerle, devam kızım.

Batonları olanları görünce, acayip özendim. Sonra bu özenmenin bana şu an hiçbir faydası olmadığına karar verdim. Ama kardeşim etrafta kayadan, taştan başka bir şey yok ki! Likya, İznik, Sapanca hepsinde illa sağında solunda bir ağaç dalı filan vardır. Alırsın büker kırar kendine baton, destek, bi şey yaparsın. Ne ağacı, ne dalı? Burada nefes alan karınca bile yok ki! Bu nasıl bir çöl dağı…

CP2- 17km noktasına geldiğimizde, şaşkınlığım yerine oturmaya başlamış, işin ciddiyetini ve zorluğunu çoktan kendime anlatmayı başarmıştım. Yolda OutdoorUAE Dergisi yazarlarından David O’Hara ile sohbet etmek süper gelmişti.

David 100km’ciydi. Bu yarışı 3. kez koştuğundan hangi noktada ne var, neresi foto köşesi, neresi düzlük, neresi berbat biliyordu. Ayrıca o da aslında buraların tek Luna sandaletiyle koşangillerindendi. Ancak bir yarış sandalet, bir yarış ayakkabı giyiyormuş. Bir önceki Wadi Bih yarışında sandaletle rahat etmediğinden bu sefer ayakkabı ile gelmişti. Bana o bile hayret etti. Ben de hayret etmesine hayret ettim. Hayret kuşlarıydık biz 🙂

Sohbet çok hoş olmakla birlikte, kendime sürekli saati kontrol etmeyi hatırlatıyordum. Dalıp CP3 için verilen 11:00’de varışı kaçırmamayı, çok oyalanmamayı istiyordum. İşte bunlar hep önceki avanaklıklarımdan tecrübem. Kendimi bu kadar güçlü hissederken, sohbet yüzünden bitirememek, DSQ olmak filan hiç istemiyordum. Buraya 2 Türk sporcu geldik madem, sorumluluk büyüktü. Kafamda hep Bakiye Ablam var yemin ederim. Bir işin hakkını vermek, kendine, yarışa saygı göstermek… Zaten bu noktaya kadar son 3km herkesi geride bırakıp çata çuta koşarak gelmiştim. Kendimi kutladım. Bedensel olarak müthiş rahat, güçlü hissediyordum. Etrafımdaki herkes hayli yorgun görünürken, ben -kendim de şaşırıyorum inanın- dinamik ve iyi haldeydim.

Kontrol noktasında suyumu doldurdum, elektrolit için olan suluğuma az elektrolit ekleyip içtim. 2 dilim portakal, 1 küçük dilim de muz yedim. Yanımda getirdiğim kinoa unlu, dereotlu kurabiyemi de çoktan yemiştim. Her uzun yarışta yanımda keşke çay olsaydı diyorum, bi daha kesin bi suluk içinde çay da alıcam. Koşarken çay-poğaça bence iyi fikir. Yanımdaki jellerden birini açtım ve yarısını emdim. Midemde tuzlu bir şeyler varken jeli kullanmak, kesin çok daha iyi. Midemi bozmuyor. Zaten çok jele de ihtiyacım olmuyor.

(Jel nedir? Hazır bir malzeme. Türlü marka var. Benim yanımda GU marka vardı. İçinde, ter ve eforla atılan mineral vs katkısı olan bi şey. Türlü tatta var. Elektrolitli su da, yine aynı şeyin sıvı hali. Bu kadar mesafede bazen yemek çiğnemek yutkunmak zor olduğundan pratik, ve taşıması kolay bir şey. Yine de ben evde hazırlanmış şeylerle karıştırmayı, jeli daha az kullanmayı tercih ediyorum.)

İşlerin giderek sarpa saracağını hem coğrafya, hem de tepede yükselen güneş, ve hiç esmeyen hava belli etmeye başlamıştı.

CP2′ den sonra önümde 15km kadar bir mesafe vardı. Bir kısmı gök yüzü koşusu gibiydi. Dağın tepesindeki patikada, uzaktaki dağlara nazır koşmak çok güzeldi. Hatta oraları Kapadokya Sofular Köyü taraflarına benzettim. Manzara çok farklı, çok garip, ve çok farklı bir güzellikteydi. Başka bir gezegendeydik sanki. Mars’da! Evet Mars’da… Sanırsın Mars’a hep giderim. Öyle biliyorum yani 🙂 Issız. Sessiz. Kurak, sarı. Fakat inanılmaz bir hayatsızlık hissi. Gerçekten Mars’dayız. Devasa dağlar. Kayalık dağlar. Tek bir gölge yok. Ağaç yok. Ot yok. İlerliyoruz.

CP3’e, yani 32.km’ye varana kadar yaklaşık bir 10km kadar da sıcak asfaltta koştuk.

Yalnızlık. Sıcak. Yalnızlık. Sıcak.

Kimsecikler yoktu. Sohbet edenleri geride bırakmak isteyip bırakmıştım. Hava giderek ısınıyordu. Saat 11:00’den önce CP3’de olmak için, kimseyle hiçbir şeyle oyalanmak istemiyordum. İyi ki de öyle yapmışım. Patika işi çok büyük sürprizlerle dolu. Ha vardım derken, diskalifiye olacak kadar gidemez olabilirsin.

Asfalt berbattı. Hiçliğin, yokluğun, tepelerin içinde döne dolaşa inen, uzayan, ucu görünmeyen bir asfalt. CP3’e geldiğimde, saat 10:30 gibiydi. Çok sevindim zamanından önce girebildiğime. Bundan sonrası karar ve finişe 13 saatten önce girmek için çalışmak demekti. Başka cut off (zaman limiti) yoktu.

Açıkçası o arayı koşarak geçirmesem, süreyi kaçırabilirdim. Sonradan o kadar sevindim ki kimseyi umursamadan ilerlediğime, bu benim için gerçekten büyük başarı. Bakiye Abla bana; “Ne olursa olsun yarıştığını unutma. Yarışı bırakmayı hiç kurgulama. Bu senin de yarışın. Kafana koy ve yapman gerekeni yap. Yardım gereken önemli ve geçerli durumlar hariç, kendi yolunda ilerlemeyi de bilmelisin” demişti. Hep ve yine her sözü kulağımda.

CP3’e geldiğimde hava da ortam da çok garipti. Gelenlerin elendiğini söylemek stresi yaşanıyordu. 1 dakika ile elenenler oldu. Bir kişi elendiğine çok sevindi. Perişandı. Gönüllüler donanımlı ve çok iyiydi.

Aqualyte, su, çerez, Gu jel, portakal ve muz servisi vardı. Damacanalardaki sular tabi ki ısınmış, sidik gibi olmuştu. Tabureye oturdum. Dinlenmek ve düşünmek istiyordum. Bir kadın yarışmacı, ki kendisi öncü birinci gelecek kadınlar ekibindendi, yarışı bıraktığını ishal ve kusması olduğunu anlatıyordu. Ne yalan söyleyeyim, ben midesini bozan, ishal olan arkadaşlarımın hallerini de biliyorum, hiçbiri bu kadın kadar iyi görünmezlerdi. Bence kadın kürsü yapamayacağını anladığı için, bırakma kararını kendine geçerli kılmaya çalışıyordu. O durumda bazen kendini kandırdığın şeyin gerçek olduğuna inanmak en iyi şey olabilir. Bir de ultra maratonda kafan gider kendini türlü fenalıkta hissedersin, ama görüntün iyidir farkında olmazsın. İyi olduğunu düşünemezsin, kafan sana kötüsün der durur, inanırsın. Başıma İznik Ultra 80km de gelmişti. Bence feci durumdaydım, oysa Ufuk Biriz ve Ulaş Önal o CP’ye koşarak ve güçlü geldiğimi söyleyince kendimin farkına varmıştım da devam etmiştim. Yani kafan başka halin başka olabilir. O durumda sana dürüstçe iyi olduğunu söyleyenleri duymak iyidir. Tabi, sen iyi hissederken, görüntünün kötü olduğunu gören görevliyi de ciddiye almak gerekir. İnan bana dostum, o görevli, seni senden iyi görüyor o sırada.

Bunları düşünürken, çantamdan rüzgarlığımı çıkartıp giyince, “üşüyor olamazsın” dediler. “Yok, dinlenirken terim soğusun ve sonrasında sıcağa rağmen hipotermi olmayayım” diye, dedim. Vay be! Bana bak beee, ne biçim tecrübelerim var, havam batsın. Muz, portakal yedim. Bu noktadan sonrası için uyarılar kulağımda olduğundan, hayli düşünceliydim.

Devam mı? Tamam mı?

Eksik kontrol noktası, verilmeyen su, uzatılan mesafe ve teknik inişli son vuruş! Kesin bundan sonrası daha da anormal olacaktı. Dahası şu ana kadar gördüğüm, bu dağlarda birimize bir şey olsa, kimsenin ulaşacak olduğu bir ara patika olmadığı gibi, ne gönüllü ne teknik ekipten kimse arama kurtarma yapabilecek kapasitede değildi. Hiçbir şekilde telefonlar çekmiyordu. E nasıl haber vereceğiz? Çok fazla güvensizlik vardı içimde. Kendi başının çaresine bakacak kadar suyun o şartlarda hele, asla yetmezdi. Ciddi karar almam gerekiyor diye düşünüyor ve devam edeceksem, stratejimi oluşturmakta hızlı davranmalıydım biliyordum. Seda’ya whatsapp attım. Seda, zevk içindeydi cevaplarken. Bayılmıştı ortama, dağlara, yarışa. Şaştım kaldım. Kafamdan şüphe ettim. Belki de benim kafa gitmişti. Seda: “Yonca ben şu an 34.km’deyim. Buraya ben 1 saatte anca gelebildim. Pace 25.4km filan. Bundan hızlı gidebilmek imkansız. Birinci çıkıştan çok beter bir çıkış bekliyor seni. Çok dik. Hazırlıklı ol. Ama bence bir CP daha ilerle, kızım çok güzel burası. Likya ve İznik, hatta Tahtalı Run to Sky gibi filan, hepsinden var işin içinde…” dedi. Söyledikleri çok acayipti. Ayol buranın neresi İznik veya Likya? Tek ağaç yok! Ot yok, ot. Ama Seda beni de kendime getirdi.

Kalk kalk kalk Yonca. Yarış seni bırakmadı, sen niye bırakıyorsun. Hadi, iyi haldesin, ne durması yahu! Kafan gitmiş. Halin bu kadar iyiyken neyden vazgeçiyorsun. Hadi Yonca!

Seda parkurun neresini güzel bulmuştu bir türlü anlamamıştım. Kuraklık, ölüm sarısı-grisi, kayalık, hayatsızlık, ağaçsızlık beni acayip depresif yapmıştı. Organizasyondaki teknik eleman eksikliği, bize ulaşma imkansızlıkları, su noktasına varana kadar yaşanabileceklerin dehşeti, can güvenliği riski de canımı sıkıyordu. Çocuklarım var benim yahu! Anaaa… o nereden çıktı şimdi? Yola çıkarken neredeysi analık fikrin? Pes Yonca! Neyin endişesi yahu bu? Kendine gel Yonca! Aklı selim, güçlü bir insansın, bunları düşünüp kendini koyverme.

Sağım solum acemi doluydu. Daha şimdiden bir dolu insan elenmişti. 1,5lt sırttaki suluğumu tam kapasite doldurdum. Diğer suluğa aqualyte doldurup tuz tableti de attım. Çantamdan, yanıma ne olur ne olmaz diye aldığım, GU toparlanma protein tozunu çıkarttım ve içtim. Madem yola devam edecektim, sanki hiç başlamamış gibi güçlü olmam, eksik gedik hissetmeden sil baştan yepyeni çıkmam gerekti. Ne gerekiyorsa yapılacaktı. Nokta.

50metrede bir durup su yudumlamaya, yarım saat veya yol koşuluna göre daha da kısa aralıkta ağzıma bir şey atmaya karar verdim. Karar karardır. Dalma şaşma sapma uygula!

Boğazımdaki Buff’ı da çıkarttım. Mümkün olduğunca havadar olmak istedim. Sıcağı daha sıcak hissettirecek hiçbir şeyi takmayacaktım orama burama.

Kuru yemiş avuçladım. Yedim.

Herkese selam çıktım, yola çıktım.

Daha 400metre sonra, gördüğüm manzara, inanılmazdı. Yola çıkan az ileride kenara çekip çömüyordu. Kusan, fenalık geçirme halinde olan iki kişi gerisin geri dönme kararı aldı. İlerledikçe kaya diplerinde oturan birileri oluyordu. Gölge yok. Diklik inanılmaz! 1.km sonunda saatime baktım, 25 dakika olmuştu. Seda haklıydı ve iyi ki bana böyle olacağını söylemişti. Bilmek insanı iyi hissettiriyor. Eğer Seda bu hızda gidiyorduysa, benim halim çok normaldi. Bunu düşünmek moral verdi.

Hiç önemli değil Yoncacım, dedim. Önünde 12km var. 8km’si aralıksız çıkış. En iyi ihtimal 3.5 -4 saat sürecek dediler. Sakin kal. Hararet yapma, suyunu akıllı kullan. Sık sık durmak ihtiyacı oluyordu. Sıcak nefes kesiyordu. Kayaların çıkıntısında eğer minnacık gölge varsa, soluklanmak için onların altına kafamı sokuyordum. Bi yandan da akrep var mı diye ortam kolluyordum. Tek bir haşere görmedim. Yolda bir kişinin daha geri dönme kararı aldığını gördüm. Çok sinirliydi. Ama çok sinirliydi. Devam Yonca, minik kısa seri adımlar, yavaş ama seri.

3km olduğunda dehşetimi anlatabilmem imkansızdı. Güneşin nasıl yaktığını, yerin ne kadar zor bir zemin olduğunu, hiçbir kayaya dokunulmadığını, (mazallah parmak koparan cinsten bir kesicilik), nasıl kavuran bir alev estiğini, ıssızlığı ve de dikliği anlatamayacağım!

Çiş molası aldım. Bu iyiye işaretti. İdrarımın rengi de normaldi. Demek şu ana kadar bedenim susuz kalmamış, elektrolit dengem de iyiydi. (Aykut Çelikbaş – Ultra Kitap sağolsun!) Diyorum OCC’deki o son 5km çıkış -La Flegere- kötüydü! Ama bu ondan da berbatmış. O bile ne bu kadar dik, ne de bu kadar uzundu! Bu 8km YUH! Saatlerce çıktım. Hiç konuşmadan. Dura dura, nefeslene nefeslene. 6.km civarı bir kadın yarışmacı, çok kötü durumda, geri dönme kararı aldığını, iyi olmadığını söyleyerek yanıma ters yönden geldi. İnmek de zordu ki! Dur dedim, sakin ol. Şu an 6km inişin var! O da az değil. 6km daha çıkabilmem imkansız, suyum, tuzum hiçbir şeyim kalmadı, kusuyorum sürekli dedi. Kadın gerçekten kötü haldeydi. Anormal sinirliydi. Bu kabul edilebilecek bir zorluk değil filan diyordu. Bence de diyecektim, demedim. En büyük endişem, aşağıda CP’de hala birinin olup olmadığıydı. Telefon çekmiyor nasıl soracağız? Oraya inersem, düzlükte yürüyüp birine ulaşmayı umuyorum dediğinde, gerçekten canım sıkıldı. Nereye ulaşacak, en yakın düzlük için 3km daha gitmesi lazım. Eder 9km! O an delice sinirlendim. Kadın oturdu, bir tuz tableti verdim. Ek suluğumdan aqualyte yudumlattım. Binbir özürle içti. Ben iyi durumdaydım. Sakindim. Tepem atıktı o ayrı. Böyle iş olur mu arkadaş! Zorluk ayrı, cana kasit ayrı. Telefon çekmeyen patikalarda bu kadına bi şey olsa, kim haber verecek ne olacak? Ayrıldık kadınla. Ağlıyordu. Bi yandan da hırsından ağladığını söylüyordu. Neden bilmem, hırs demesi beni rahatlattı.

Tırmanmaya devam ettiğimde 2 çocukla karşılaştım. Bu sene 3. kez deniyorlarmış bitirmeyi. Geçtiğimiz 3 sene hep DNF olmuşlar. Az ilerde 2 kişi daha gördük. Sonra bir kişi bir kayalığa boylu boyunca yatmıştı. “Dostum N’aaabıyon?” dedik, “uyukladım acık”, dedi. Delirmiş olmalıydı. Ama belli ki, o da kendine o yöntemi bellemiş. Devam ettik. 10 kişi kadar bir grup olduk. Herkes birbirine su ve tuz tableti soruyordu. Kimsede su kalmamıştı. 3 kişi hayli panikti. Bende hala su vardı ama azalmıştı. Önümüzde ise 4-5km vardı, tırmanış devam edecekti. Beyaz bidonlarda su olur demişlerdi. 4 bidon denedik, hiçbir şekilde vanası açılmadı. Bi ıssız köye geldik, bir beyaz bidon vardı minicik, üzerinde “pesticide”, yani böcek ilacı yazıyordu. O ıssız köyden birden bir adamcağız çıktı, haydaaaa, film gibi yahu! Bu adam nereden çıktı, bu evlerde insan olabilir mi? Hayal mi görüyoruz?

Bidonu gösterdik, “Is this water? Good water?” dedik. Adam bize baktı, “water water” dedi.

Hepimizi gülme tuttu. “Water mı?”, Haaa Water da, nasıl Water?

Biri bidonu açtı, kokladı. Bu kötü kokmuyor su olsa gerek dedi. Bir başkası, bidonu az devirip eline döktü diline değdirdi, yani olabilir mi böyle bir şey, ama oldu yani! Su bu bence, içebiliriz dedi. Halimize bak. Bir çocuk, dehşet içindeydi panikten. Üzerinde böcek ilacı yazıyor, ya zehirlenirsek diye sayıklamaya başladı. O an içimden “Türküz ya biz, bize bi şey olmaz; ama seni bilemicem” gibi abuk cümleler geçiyordu. Kendi kendime kıh kıh güldüm. Ses etmedim. O kız içmişti bile. Ben de azcık doldurdum. Azıcık içtim. Yani, bi tat ve kötü koku almadım. Allah’a emanet turizm! Sinirim hayli bozulmuştu da, işte gülmeye çalışıyordum. Zorluklara tamam ama, şu an saçmalık yani.

Yola koyulduk. Önde arkada birileri olması iyi gelmişti hepimize. Sonra birileri hızlanmaya karar verdi. Bense, Prof. Dr. Taner Damcı’nın sözlerini düşünüyordum. Sıcakta acele bazen seni varacak olduğun yere götürmez, bitirir. Acele etmeden, kısa molalarla ilerlemekse finişe götürür. Nitekim, hızlananlardan bitiremeyenler oldu.

Temkinle, sürekli beslenerek, suyu az az yudumlayıp ağzımın içinde dolandırıp içiyordum. Tepeye geldiğimizde güneş delirmiş gibiydi. Tek bir gölge yok arkadaş! Bir jel daha aldım. Su yudumladım. Hadi Yonca, gel kendine! Stresi, negatifliği bırak ve neleri, nesini sevdiğini düşün. 44.km’ye hele bir gel. Orada dinleneceksin. Tam bunları düşünürken, bi çocuk “bu yarıştan daha zor yarış koştun mu?” diye sordu. Gülme tuttu beni yine. Şu an her şeye gülebilirdim.

“Zorlukları karşılaştırmak ne kadar doğru olur bilmem, farklı zorlukları var her ultranın. Daha uzun ve de zor koştum. Ama bunun kadar canım Allah’a emanet hiç koşmadım” dedim.

“Peki sence ne olacak?” dedi. Kahkaha attım. O nasıl soru?

“Finişe girince şu anların hepsini unutup mutlu mesut fotoğraflar çekileceğiz. Sonra, gururla sağa sola anlatacağız, bir sonraki ultra için kaşınmaya başlayacağız” dedim. Çocuk inanamadı bu dediklerime. Ha bire küfür ediyordu.

40.km civarı illalah dedim yeminle.

Bi köyümsü yere daha vardık.  Mars’da Köy. Sağlı sollu evler vardı. Her biri terk edilmiş. Yani zaten orada kim nasıl yaşar? Nereden ulaşır, nasıl su gelir, getirilir? Ne ekilir ne biçilir, neden orada yaşanılır Saatlerdir Mars’ta yaşadığımı düşünmeye başlamıştım zaten. Mars! Resmen Mars’daydık. Sarı, kuru, gri, kayalık. Az bi oksijen var, ama hayat yok, yerleşim yok. Dünya’dan gelmiş bir keşif ekibiyiz sanki, ve çok pişmanız! Bi hıyar biziz Mars’ı merak edip de gelen. 125 meaklı enayi kedi!

Bu köyümsü yerde, beyaz bidonlar vardı yine. Su var mı diye birine yanaştım, yok. Diğerinde sanki vardı ama vanası açılmadı. Zaten bu bidonları neden ve kime koymuşlar bi anlasam! Sonradan öğrendiğim, keçi ve develer içinmiş. Ayol ne devesi! Ne devesi???? Ne bir deve, ne de tek bir keçi görmedim! Sinek vızlamadı yahu! Su olmayan yerde mikrop bile durmaz bence. Ot yok, böcek yok diyorum ne keçisi, ne devesi diyorum. O deve de, keçi de, sinek de benim! Keçiler kaçtı. Güneşte yandı, tandır oldu!

Hayatımda bir ultranın bu kadar saçma geldiği hiç olmamıştı. Bir keresinde Sapanca Ultra 50km’de çok pişman olduğumu hatırlıyorum. Yarış sonrası düşündüğümde; sürekli çıkış olmasından öte, yangın yolu ve gölge azlığı, beklenmedik sıcak ve açıkçası parkuru iyi incelemeden yarışa atladığım içindi bence. Yine de, bu bambaşka bir garip duyguydu içinde bulunduğum. Endişe vardı içimde. Bunca sene hiçbir ultrada içime düşmeyen bir endişe duygusu. Kendimden öte, başkaları için, o geride bıraktığım dönme kararı alan kadın, şu yanımdaki bayılmaya ramak kalan 2 çocuk, 100km’ye devam edecek yaşı benden büyük Bey, bir de Seda kızım! Ay n’olur deli deli koşup kendini sakatlamış olmasın mazallah diye düşünüyordum. Hiç kimseye ulaşıp haber alma şansım da yoktu. Bazen yaptığım çekim, nerede saliseliğine çekiyorsa telefon, paylaşabiliyordum. Genelde asla çekmiyordu. Bir ara Yüzbinkoş gruba yazdım. Onların yazdıklarını okumak acayip iyi geldi. İsyaaaaan!

Yine de, yine de, yine de… o süre ve mesafe içinde kendime gülmeyi başardığımı unutmak istemediğimi de biliyordum. Deli gibi ayran çekiyordu canım. Ama deli gibi. Runfire’da bir kere Derinkuyu yakınlarında bir bakkaldaki Teyze, bize ayran içine kendi yaptığı pekmezden katıp içirmişti. Offfff, o an sanki sıfırlanmıştık hepimiz. Şu an olsa, ayran-pekmez yemin ederim totoma pervane takılmışçasına değil 50km, 150km koşarak uçabilirdim.

Ayraaaaan! Ayraaaaan! I ruuuuun! 🙂

Sabır. Sabır. Sabır.

Telefonun durduğu yerde şarjı azalıyordu. 42.km’ye doğru bir tepecik daha çıktık, en yüksek noktaya geldik. Orada bir baktım, 4-5 kişi oturmuş dinleniyor. Kimse konuşmuyor. Ama tam önlerinde bir ağaç!

BİR AĞAÇ diyorum ey insanlık!

BİR TEK AĞAÇ, ilk AĞAÇ!

O an aklıma, yıllar yıllar önce, çöl ultrası koşmaya giden Alper Dalkılıç’ın yaptırdığı o broşür geldi.

Bir ağaç, önünde koşan Alper. Ağacın gölgesinde ilerliyordu.

Hiçbir gölge, ağaç gölgesinin yerini tutamaz gibi bir şey yazıyordu. Müthişti.

TEMA için koşmuştu hangi çöldüyse o çölü Alper. Tüylerim diken dikendi.

Ağaca yanaştım, dokundum. Ayy elime battı. Diken bu!

Ağaç ama, dikenden olma ağaç. Öyle ilginçti ki! Mars’taki tek ağacı görmüştük. Kesin korumaya filan almak gerekli gibiydi.

Ah be ülkem! Cennetsin! Ağaçların, derelerin var. Her renk ve her mevsimsin, ve bunların ne demek olduğunu öyle bir kanıksamış ki insanların, kıymetinin bilinmemesi acizliğinden muzdaripsin!

Ağacın fotoğrafını çektim.

O sırada vizörümdeki yeşil yaprakları ve arı broşumu fark etti bir yarışmacı. Ne olduğunu sordu, 4 dakikada hızlı ve acil “arı sevgisi” projemi, arıların önemini, bu konuda neler yaptığımızı anlattım. Hepsi inanılmaz şaşırdı, kutladı. Arılara su vermeleri gerektiğini öğrettim. Hepsi acayip iyi anladı. İçinde bulunduğumuz durum, suyun önemini daha iyi anlattıramazdı her canlı adına ve için!

(arıların da sizin bizim gibi canı var. Ve evet susuz kalıyorlar. Balkona, bahçeye bi tas su içine taş koyun. Böylece oturup içerler. Arı yoksa biz de yokuz.)

Yola koyuldum. Oyalanacak lüksüm yoktu. 44.km’ye derin bir sessizlik ve konsantrasyon ile geldim. CP4, 44.km’ye geldiğimde gönüllüleri görmek, çölde vaha görmek demekti. Nefisti. Dinlenen 3 kişi vardı.

Sam diye bir çocuk şu ana kadar 16 tane gu jel tükettiğini söyleyince gözlerim yerinden fırladı. Ben mi bu işte bir şeyin dozunu az biliyorum, yoksa başkaları mı dozda sınır tanımıyordu. 10 saat içinde 16 jel yemiş adam, midem fena oldu düşününce. 

Benim toplamda tükettiğim takviye ve besin listesi şöyle: 2 kinoalı kurabiye, 2 tane çörek otlu simit, 2 hurma, her CP’de verilen portakallardan 6 dilim, 3 tane küçük parmağım kadar muz dilimi. Tuzlu kuruyemiş ve kuru üzüm karışımı 1 avuç kadar yemişimdir. Kaju bol tuzluydu iyi geliyordu. 3 Gu jel. Aqualyte içtim içinde bir tuz tableti eklemeli. Ayrıca 2 tuz tableti emdim. 1 tane de Gu Recovery (toparlanma tozu) içtim. (Bu tür sıcak ve ter kaybının anormal olduğu yarışlarda esas mesele tuz. Tuz kaybımız önemli. Şekerli şeyden çok, limon tuz gibi şeyler iyi geliyor.)

Adam 16 jel deyince midem psikolojik olarak bulandı resmen. Ben tam midemin psikolojik bulantısını düşünürken çocuk, “Başım dönüyor, sanırım jeller bana kafa yaptı ondan” dedi, hepimizin asabı bozuktu, gülme tuttu. Dedim bari şu masadan bi şeyler ye de, o şeker ve jel midende bi dağılsın. Çocuk, şu iş bitsin başka bir şey istemiyorum diye sayıklıyordu, beni dinlemedi.

Hızlı hareketlerle suyumu doldurdum, bolca su içtim. O sırada ceplerimdeki çöpleri boşaltırken, eteğimin cebindeki cevizli sucuğu bulunca, Allaaaaaaah değmeyin keyfime. Havalara uçtum. 4 dilimcik sarıp koymuştum cebe, unutmuşum. Hayatımda yediğim en güzel şeydi o an. Nesi iyi geldi bilmiyorum ama çok iyi geldi. Kendime çeki düzen verdim. “Hadi kızım kaldı son 8km!” dememle, gönüllü, “aslında 9km!” demez mi! Aaaaaaa ama ha! Hay bin küfür! Ne güzel küfür etmek bazen, ettim de ettim. Herkes etti. Ohhh ne güzel toplu küfür ettik. Oh canıma değsin.
Neden 9km? Öyle… Cevap yok.

Herkes sürekli küfür ediyordu. Topladım pılımı pırtımı düştüm yola. Önümde uzayarak yükselen bir asfalt vardı. Birisi hala çıkacak mıyız filan diyordu, duymak istemedim, başladım koşmaya. Asfalt çok sinirdi.  Dimdik asfalt mı olur kardeşim? Olur. Ayağımdaki Luna sandaletler zeminin insana verdiği zararı çok daha iyi hissettiriyor. Patikalarda zerre güm güm vurmuyor zemin bacaklara. Asfalt, resmen çekiçle dayak atıyor. Aslında insan yapımı her zemin için belki de ayakkabı daha mantıklı olabilir diyeceğim ama, parmaklar yine perişan olur. Luna OSO Flaco sandaletlerimle geldiğim şu 44.km itibariyle, pedikürüm mis, ayağımda tek bir sorun, hasar, aşınma, sürtünme, acı yoktu. Bu arada, pek tabi, yine yolda beni görenler onlarca kez aynı şaşkınlık cümlelerini ifade etmekten kendilerini alamıyorlardı. Kimisi hayranlığını, kimisi acımasını dile getiriyordu. Beni gördükten sonra kendi halinden şikayetçi olmayacağını söyleyenler en çok şaşkınlığıma neden olanlar. Bana acıdıklarını söylüyorlardı. De niye bana acıyorlar anlasam? Benim ayaklarda bir durum yok. Onlarsa parmaklarının bittiğini anlatıp duruyorlardı. Böyle durumlarda polemiğe girmiyor, susuyorum. Ne desem boş. Dedim ya, bilmeyenler hep daha çok şey biliyor. Önümde Jose ve Kanadalı kız, arkamda da Sam vardı.

Kim bunlar diyeceksiniz. İnanın ben de hiç tanımıyorum; ama artık akraba filandık. Öndaş, arkadaş işte. Ultra arkadaşlığı. Asfaltta önlü arkalı ilerlerken, baktım bu böyle olmayacak, Sam inim inim inliyor, ben de yavaşladım. Beraber devam edelim zaten az kaldı dedim. Çocuk acayip sevindi. Ben ondan çok sevindim bu nefis kararıma. Dilediğin zaman patikada beni geç, dedim. Sam, mümkün değil, sen önde kal çek beni, Gu kafamı döndürüyor dedi. O, bence artık, adı GU Sam olarak anılmalı idi…

Patikaya girdik ki, anam anam, işaret bulmak bir bilgisayar oyunundan beter düzende. Hep en görünmeyen, en ters köşeye bazen reflektör konmuş, bazen pembe nokta sprey yapılmış. Reflektör mü arasın gözüm, pembe nokta mı? Aptala döndüm. Ve patika öyle dar ve teknik bir patika ki, işareti göreyim derken ileri baktığından tökezleyip dağılman an meselesi. Sam iki-üç kere kötü takıldı, ucuz atlattı.

Zebani patikaları var Mars’da. Mars’a giderseniz, bana istediğinizi sorun, ben size detaylıca anlatırım. Çok iyi biliyorum ben Mars’ı. Marslıyım ben. İçinden! NASA beni arasın. Benden bilgi alsın. Mars benden sorulur. Mars’dan sorumlu Belediye Başkanı olabilirim.

Sürekli küfür ediyordu Sam, beni de gülme tutmuştu. Gözüm şaşı olmuştu işaret kollamaktan. Zeminin teknikliği de, dikliği de yuh çektiriyordu. Sam bir kere öne geçti, gitti gitti sonra zart durdu. İşaret filan görmüyorum dediğinde sinirlendim. Yahu madem görmüyorsun, niye öne geçip ilerliyorsun. Bakındım. İşaret yok. Geri gitmeye başladım, 400metre geri gittim, 360 derece dönüp arazi taradığımda, en alakasız tarafta pembe nokta vardı. Çağırdım, rotaya girdik ve ben önde o arkada gitmeye karar verdik.

Açıkçası müthiş rota ve işaret takip ettim. Patikada hep şaşırtıcı yönlere konmuş işaretler. Son 4km içinde kaybolmamak mucize gibiydi. Sam sürekli, sen olmasan finişe giremez, süreyi kesin kaçırırdım deyip duruyordu. Gerçekten de öyle. Kendimle ve dikkatimle gurur duyduğum bir sahne. İlerledik ve patika daha da beter bir inişe geçti. Deliricem dedim. Hala daha beterin beteri şeyler çıkıyor karşımıza. Bu Mars’da insafsız Marslı düşmanlarımız da var!

Saati de sürekli kolluyorum, ayol son 3km bu patikada saatler de alabilir ve son dakika girebiliriz finişe, hiç şakası yok. Resmen zerre dikkat dağıtmadan, ciddi konsantrasyonla inmemiz gerek. Size Sam’in ne çok ve ne kadar seri küfür ettiğini anlatamam. Gülmeler tutuyordu beni. Hayatımda bu kadar kaliteli küfür dağarcığı olan bi insan tanımadım. Küfürcem gelişti. Ben de sinirleniyordum. Ben de bi güzel küfürler ediyordum. İniyor, iniyoruz, kızıyoruz. Ay bazen kızmak çok güzel. Neye kızıyoruz ki? Havaya, dağa, kayaya, taşa. Bunu yapanlara. Onlara niye kızıyoruz ki! Silah zoruyla mı getirdiler bizi? Biz kendimiz ettik. Patika öyle teknik ki, ayağını koyamıyorsun, kayalar sürekli oynuyor, düşüyor, kayıyor. Temkin gerek. Zaten inişlerim kötü. Hala şu inişi geliştiremedim, sinir oluyorum kendime. Bugüne kadar gördüğüm en berbat inişti. Mont-Blanc’da bazı yerler kötü sandımdı, yok bu benim gördüğüm en fenasıydı, net.

İnişi öğrenmenin tek yolu, sürekli çarşak zeminde iniş çalışmakla alakalı. Ben de bunu bir türlü yapamıyorum. Her hafta sonu, çoluk çocuğu bırakıp nereye bu deli yere 2 saat yol gidicem de gelip çalışıcam, hayal!

Son dönemece girince, ileride finiş olduğunu varsaydığımız bir yer görünce, iyice kıl olduk. Yok artık, daha çok vardı oraya ve patika berrrrrbattı. Aşağıda Jose’yi gördük, bit kadar görünüyordu.

İnsafsızlar! İnsafsız Marslı düşmanlar bunlar! Hepsi kötü insan. Caniler. Canavarlar!

İnleyerek iniyordu Sam. Beni de susma aldı. Sustum yani düşünebiliyor musunuz, ulan bi geleyim o finişe bi konuşucam ki, o zaman konuşucam!

Arkadan biri geldi, bizi yakaladı. 3 kişiydik artık. Önde ben, arkada Sam ve o adam. Bir anda sağ dizime sanki alev topu düşmüş gibi bir acı girdi. Hah bi bu eksik. Bi küçük çığlık attırdı bana. Panikledim. N’oluyo yaaaa? Arkadaki adam, dizlerimiz çok yoruldu ondandır, sana batonlarımı vereyim dedi. Ben, adam sanki “seni sopayla döveyim” demiş gibi, “hayır asla” diye acayip bir çıkış yaptım. Adam da şaşırdı ben de. Bi an onu Marslı düşmanlarımdan biri sandım bence. Yok bu adam onlardan değil, bu da bizimgillerden. Mars’a keşife gelmek için üstüne para veren enayilerdeniz hepimiz!

“Tamam ya, kızma” dedi, ben de hemen özür diledim. Ay yok, yani böyle bir iznim var mı? Diskalifiye filan olmayayım yardım aldım, getirmediğim malzemeyi başkasından aldım diye, ondan korktum dedim. Adam güldü bana. Ha yok, böyle bir kural yok burada dedi. Emin olamadım; ama hayır diyemeyecek kadar korkmuştum. Etikten ölücem ha yani! Batona öyle ihtiyacım var o sırada. Batonla evlenmek ve ömrümün sonuna kadar mutlu mesut yaşamak istiyorum. O batonlar o an var ya, of of of, böyle nasıl desem, sanki SPA’da masaj etkisi, tuzlu buzlu ayran etkisi yaptı bende. Öylesine minnettarım adını bile hatırlamadığım o Marslı ve iyi insana.

İnişe devam ettik. Dizim iki kere daha o garip ağrıdan yaptı, sonra yok oldu. Düzlüğe çıktığımda dizimde ağrı mağrı sıfırdı. Koşasım vardı. Güçlü hissediyorum, ama bıkkın ve kızgınım. Koşarak gitmek istiyorum finişe dedim. 12 saati geçmiş, hala yoldayız. Sam bi adım bile koşmam dedi. Önde yakaladığımız Ian, komik adam, sinirimden finişe gitmek istemiyorum, organizasyona tavır almak istiyorum gibi trajikomik şeyler dedi. “Bana ne, bitirmeyeceğim! Beklesinler beni…” dedi. Kime tavır alıyosak? Kafalar yanmış işte.

Yahu Beyler, dedim, geldik. Bu iş bitti. Kesiyoruz tantanayı ve koşuyoruz.

Sam inliyordu, ama nasıl bi gaz verdimse ve ne gerek vardıysa, koşmaya başladık. Ian son saniyeye kadar itiraz ede ede koştu ve finişe üçümüz girdik. O anlar ve bütün bu anlattıklarımın hepsi youtube kanalımda videomda var. Linki de aşağıda. (Bana abone olun bak, Like da edin. Çok beğenin bu acıların çocuğuyum yarışımı)

Finisher – Finişçi – Bitirici oldum

(sanırsın milyoner oldum:)

Net Finiş sürem: 12:21:08,

44 kişide 40. oldum. Yani sondan 4.

(Ay ben kurban olayım canım 4 sayısı bak, 4 yapraklı yonca.)

11 kadının da en sonuncusuyum. 11. gelmişim.

 

 

 

Seda Nur Çelik ise, her katılımcının “yaşadığım en zor ve zalim yarıştı” diyerek bence nazik bile yorumladığı yarışta 3. oldu! 

Seda finişte yanına gelip onu şaşkınlıklar içinde kutlayan insanlara çok hoş bir cevap vermiş. Açmış ellerini iki yana ve “Turkish styla snowboard” demiş gözlerini yok eden gülücüğüyle!

Zorlukları aşmak bizim işimiz ahali! Bakiye Ablam, Aylin, selam size! Bütün ilham veren arkadaşlarıma selam! Bize verdiğiniz özgüven yeter dağları çölleri aşmaya. Acayip duygulandım, gurur duydum hem Seda’yla, hem kendimle! Biz sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısıyız! Kendinizi durdurmayın, şaha kalkın! Yapabileceklerinizin tek sınırı sizsiniz, üstünden atlayın esip geçin!

Yarış İstatistikleri

125 kayıttan, 110 kişi start almış. 65 kişi bitirmiş. 34 farklı ülkeden katılımcı varmış. En genç koşucu 24, en yaşlı 66 yaşındaymış.

50km istatistikleri

51 erkek start almış, 33 erkek finişe gelmiş, 13 kadın start almış, 11 kadın finişe gelmiş.

 

Hani raporun başında dediğim, mesafeler uzayıp koşullar zorlaştıkça kadınların dayanıklılığı artıyor konusuna buyrun gerçek örnek.

Dahası, mesafe artıp zorluk arttıkça, kadınlar erkeklere hız anlamında da yaklaşıp, hatta sollayıp geçiyorlar.

KADINLAR, GÜCÜNÜZÜN FARKINDA OLUN!

Son nokta

Arkadaşlar,

Türkiye’deki herrrr yarışa ve organizasyona asılın-tutunun-destek verin ve gidebildiğiniz kadarına gidin. Avrupa-Amerika- Afrika-Orta Doğu hepsinin sporculuğuna, spor organizasyonlarına da saygım sonsuz. Onlar genetik miraslarıyla, spor kültürleriyle en az 100 yıldır bu işin içindeler. Bizden çok öncesinden beri ilerliyorlar. Bizse, henüz doğum sancısı çekiyoruz. Ben, ailemin ilk koşan insanıyım. Çocuğum, benden görüp koşan ikinci nesil. Düşünün daha nasıl bir başlangıçtayız.

İnsan yeni doğmuş bebeğe ne kadar ve nasıl yapıcı eleştiride bulunur, ne kadar destek verir, nasıl yüreklendirir düşünün. Ona göre davranın kendi ülkemizdeki yarışlara. Bebeklerimizi sağlıkla büyütelim!

Siz ve ben sahip çıkmazsak bizim yarışlarımıza, patikalarımıza, yollarımıza; büyük bir değişimi, gelişimi, ilerlemeyi ve hatta tarih yazma-kurtarma-değiştirme şansımızı kaçırırız. Bu kadar sorumlu hissediyorum kendimi spora, insanımıza, topluma, ülke ve tarihimize dair.

Gülmeyin, Vatan Millet Sakarya gibi ve kadar önemsiyorum. Bütün bir yarış boyu bunu düşündüm. Denizler, yollar, patikalar, dağlar, taşlar, köyler, ovalar bizimle bir özgür ve bizimle bir bizim. Boş bırakırsan yolları, dağları, patikaları ya kaparlar, ya kapatırlar, ya da beton dikerek kaplarlar. Bu yarışta, onca sponsor ve maddi imkan ve kayıt ücretiyle, neler yapılmasa da oluyoru yaşadım. Ödediğimiz kayıt ücreti ile, Türkiye’de 3 yarış koşardım, hem de inanılmaz iyi organizasyonlarda. Parkuru 3km uzatıp zorlaştırdıklarını, CP iptal edip su vermekten vazgeçtiklerini o sabah öğrendik. Bize sms atsalardı, hepimiz yanımıza 1,5lt artı 500ml’daha suluk alırdık. Üzerinde böcek ilacı yazan bidondan su içmek durumunda kaldığımızı düşündükçe, kime kızmalıyım bilemiyorum. Kendime de nota verdim, o ayrı.

İki CP arası sıfır acil durum iletişim imkanı ile devam ettik, ben Türkiye’de nasıl takip cihazı ile, nasıl destek ve teknik ile kollandığımızı biliyorum. Güveniyorum! Ve biz ülkemize yabancı yarışçı getirmeliyiz.

Memleketimin her parçasını koşmak istiyorum. Türkiye’ deki mükemmel organizasyonlar şımarttı belki bizi, bunu da düşündüm. Harbi nefis yarış organizasyonlarımız. Bir biz beğenmiyoruz, eleştiriyoruz; çünkü kendi standartlarımız şımarıkça yüksek, daha da büyük şeyler istiyoruz, ama biz organizasyonları yalnız bırakıyoruz.

Bunca zaman burada kötü, eksik giden şeyler sonucu ne İngilizlerin ne bir başka milletin kalkıp “İşte biz İngilizler beceremeyiz bir işi” filan dediğini asla görmedim. Bu tür işe yaramaz tepkiler sadece bize normal gelen, acayip alışkanlıklarımız.

İmkanım, takvimim, ailem, çocuklarım el verdikçe memleketteki zartistik zembelek yarışına bile gelmek istiyorum. Zaten geliyor ve çabalıyorum. Bu son yarış bu duygularımı iyice coşturdu.

Kadın-Erkek, “kızlı-erkekli”, tüm yarışlarda yanyana yarıştıkça aslında bir tür devrimi gerçekleştirmeyi de başaracağız diye inanıyorum. 

Kadın ve erkek yan yana, birbirini anlayıp saygı içinde dayanaşarak ilerlemeyi öğreniyor doğada. Bu da bizim çok önemli bir eksiğimiz. Eşit olduğumuzu yaşadığımız bir ortam.

Doğaya ne kadar yakınız, doğamız o kadar güçlü.

Ayrıca, çabuk tüketimciliğimizden, dayanıklılığa; sabıra, azime, uzun soluklu stratejik çözümler için kafa yormaya, zorluklar karşısında hemen umutsuzluğa kapılmadan, sonuca gitmek için çalışmayı öğrenebilmeye de bu yolla varabileceğimize inancım sonsuz.

Seda da, ben de tanıdığımız tüm arkadaşlarımızın ne kadar güçlü olduğu konusunda hemfikiriz. Hepsini kapıp buralara getirip koşmak ve nasıl da şahane koştuğumuzu göstermek, paylaşmak da istedim.

Patikalara da, yollara da çıkın koşun ey kadınlar demek istiyorum ki alem gücümüzü, dayanıklılığımızı, azmimizi ve sorunlara çözüm üretirken, sağa sola yardım da edebilme ve finişe gülerek girebilme dayanıklılığımızı görsün! Biz kendimiz fark edelim en önce.

Urban Ultra Hajar 50k bittiğinde, bir daha asla gelmem dediğim doğrudur. Yarışın hemen sonrası düşüncelerimden zaman geçip, şu an raporu bitirirken, bir daha koşabilirim diye düşünüyorum. Yani insan zorluklar geçince unutuyor. Tecrübesi, yaşanmışlığı onu daha da güçlü kılıyor. Çünkü ben artık orayı gördüm. Eksikleri de, hataları da biliyorum diyebiliyorum. Bunları bilmek, beni hemen 1-0 güçlendiriyor kendi kendime. İnsan, zorluğu bir kere gördü mü, riskleri tecrübe etti mi, ders alır ve daha hazırlıklı olur. Ultra maratondan öğrendiğim şu son şey işte, hepimizin çok ihtiyacı olan bir hayatta kalma, hayata devam etme, hayat başarısı diyebileceğim örnektir.

Merak edenlere, ayağım hiç su toplamadı. Tek bir yaram, sakatlığım yok. Finiş sonrası hayatıma normal devam ettim. Yorgunluğum normal seviyede.

(Bu raporun da sonuna geldim. 18 sayfa diyor Word. Yazmak da, tıpkı koştuğum kadar zaman aldı, 12 saat olmuş. Bazen düşünüyorum, sevdiğim ve seçtiğim her keyif zor. Koşmak ve yazmak, her ikisi de ayrı birer ultra maraton.)

Ben memleketimin patikalarını özledim!

Yonca

“Hajar Bacı”

Urban Ultra Hajar 50km 2018 Yarış videom:

Yarış sonrası, yolda sıcağı sıcağına Seda Nur Çelik ile yarış yorumlarımız:

Yarış bilgi linki: http://www.urbanultra.com/?events=urban-ultra-hajar-50100-uth50uth100

Bölgedeki yarışlar ve kayıt için: https://www.premieronline.com/

Benim için bu yarışın şarkısı: Sena Şener – Survivor (Destiny’s Child Cover)

9 comments

Leave a Reply