Bölüm 5

♫♫♫♫

Sinir sistemi çok karmaşık bir canlı.

Evet ben sinirlere canlı demeyi seviyorum. Kanlı canlı kalsınlar hep. Onların tepesi attı mı işimiz zor. Keza benim ayağımdaki bazı sinirler şu an uyuşukçalar. Uykudalar ve uyanmak için nazlanıyorlar. “Haydi çocuuum uyan!” diyorum onlara her gün sabırla.

İçlerine yeterince kan gitmediğinden, geç iyileşiyorlar. Bunun için de onlara kan gitmesini sağlamak, yani hareket ettirmek gerek. Acıyı çağırmadan hareket ettirmek ve sinirlerime; “Hey bak hâlâ bize güvenebilirsin, canını acıtmıycaz korkma. Lütfen hayata dön.” demem gerekiyor bir bakıma.

Yani ben bu başıma gelen sendrom hakkında okuduklarım ve doktorumun dediklerinden bunu anladım.

Ayağımdaki sinirlerin ağrısıyla tanıştığımdan beri çok ilginç şeyler oldu hayatımda. Bi topuk kırığı sonrası başınıza gelen bir komplikasyon insana ne çok şey öğretiyor. Basit şeylerle bi şeyleri öğrenmek zorunda kaldığım için bin şükür!

Örneğin sinirlerin bir koca bedende ne inanılmaz sıkı bağlarla birbirlerine bağlı olduklarını öğrendim. Ense kökümdeki sinirlerle ayağımın altındaki sinirler can ciğer kuzu sarması.

Kankalar resmen!

Ama işte bu sendroma yakalandıklarından beri araları açık. Küsmüşler.

Barıştırmak için yırtınıyorum.

Ayağım bana sürekli yanıyor gibi gelirken, elliyorum buz gibi. Beynimdeki sinirler bana yangın alarmı verirken, devreleri karışık, ayağım yanmıyor donuyor.

Filan falan.

Sırf bu nedenden dolayı ensemdeki sinirlere aldanmadan ayağıma dokunarak duygularını anlamayı öğrendim.

Bunca senelik ayağımı elime bir bebek gibi alıp sevip okşayacağım hiç aklıma gelmezdi.

İnsan bedeninin her yerini bebek gibi sevmeliymiş. Sevdiği zaman sinirleri yumuşuyormuş. Küslükler, kırgınlıklar geçiyormuş.

Sevgi, buzları eritiyormuş.

Isınıyormuş kalbi.

Sarılmak, okşamak, dokunmak ne kadar güçlü bir sihirmiş.

Benim başıma geldi.

Ayağımın da kalbimin de en berbat olduğu gün, arkadaşlarım beni öyle bir sarıp sarmaladı ki sevgiyle, aklım durdu yaşadıklarıma! Resmen o buz kesen ayak sıcacık oldu.

Bana yaş günü sürprizi hazırlayan arkadaşlarım sayesinde oldu.

Arkadaşlık sahip olana ne kadar mucizevi bir armağan! Kıymetini bilmeyenlere eyvahlar olsun.

Bilimsel olarak kanıtlayamam ama inanın kalbim ısınınca sevgiden, ayağım da ısındı.

O kadar önemli işte bu sevgi ilimi. İlk defa o zaman anladım.

Daha önce de bilirdim önemini ama, hiç bu kadar bilimselce başıma gelmemişti valla.

Hmm başka şeyler de var ilginç olan hayatımda bu kırıkla beraber.

Örneğin çocuklarıma çok daha ciddi şükretmeyi ve dua etmeyi öğretmeye başladım.

Bunca zamandır dua ederim, şükrederim, hiç bunun çocuklarımla beraber ellerimiz Allah’a açıkken yüksek sesle ve topluca yapılabileceğini düşünmemişim. O kadar kişiye özel bir şey ki benim için dua…

Çocuk gibi; “Bana ne, o benim duam, paylaşmam!” şeklindeymişim.

Dualarımı, şükürlerimi paylaşıyorum şimdi.

Geceleri çocuklar yatıyorlar, ellerimizi açıyoruz ve önce Allah’a geçirdiğimiz güzel gün için teşekkür edip şükrediyoruz ve ardından hepsi iyi olmak şartıyla dileklerimizi sıralıyoruz.

Örneğin; “Allah’ım sen bizi kötü insanlardan koru!” demek yerine; “Allah’ım sen bizi hep iyi insanlarla karşılaştır!” diyoruz.

Hayallerimizi sıralıyoruz.

İyi insanlar demişken onlardan bahsetmenin tam sırası.

Bir sürü iyi insan var biliyor musunuz?

Var.

İnsan Türkiye’ye gurbet oldu mu, bakış açısı inanılmaz değişiyor. Türkiye’de yaşarken, akvaryumdaki balıklar gibiyiz. Oysa ben uzunca zamandır, akvaryumun dışındayım ve içeridekilere dışarıdan bakıyorum.

Eskiden televizyonda izlediğim şeylerin kimine bakıp geçerken, şimdi donakalıyorum. Eskiden umursamadığım şeyleri deliler gibi umursuyor, hatta bazen hüngür hüngür ağlıyorum.

Hırsımdan, derdimden ve aşermemden, kimi zaman da çaresizliğimden ağlıyorum.

İnsan şunu da gözlemliyor, Türkiye’ye televizyonlardan ve birilerinin gözünden bakarsanız eğer, Türkiye bitmiş, geleceği yok, paramparça; her şeyin kötü olduğu, sonu yaşayan, can çekişen, kötülüklerin hakim olduğu, her şeyin ama herkesin kötü olduğu bir diyar gibi duruyor. Hep felaket haberleri öncelikli veriliyor. “Flaş flaş flaş! Bilmem kim çok harika bi şey yaptı!” haberi yok. Keşke olsa. Bir sürü flaş flaş flaş iyi şey var çünkü.

İnsan olaya oradan, o açıdan, yani akvaryumun içinden bakınca, içerisinin hiç temizlenmediğini, çöplerin ve kakaların aşırı biriktiğini ve o suda ne yüzmenin ne de nefes almanın artık imkansız hale geldiğini sanıyor.

İnsan umutla bir gün yeni bir akvaryuma aktarılmayı beklediğini, ya da çaresiz kötü sona mahkum olduğunu düşünerek boş ve yavanca, önceki iki saniyesini dahi silip unutarak yaşamak zorunda kalıyor.

Oysa akvaryumun dışında, başka bir akvaryumdaysan ve daha başka akvaryumlara girip çıkma şansın da olmuşsa; “Bi dakka yahu!” diyorsun. “Olay pek de öyle değil galiba. Bir sürü ama bir sürü iyi şey de var, iyi şeyler de yapılıyor. Çöp balıkları varmış mesela dipte, hiç bakmadığın için görmediğim yerlerde. Sessiz sedasız onlar çöpleri toplar, temizler dururlarmış aşağıda.” diyebilir hale geliyorsun. Onlar sayesinde oksijenin olduğunu, onlar sayesinde aslında hâlâ yaşamaya devam edebilir olduğunu fark ediyorsun. Onlara verilen “çöp balığı” adı çirkin gibi gelirken, birden ne kadar harika isimleri ve işleri olduğunu anlıyor, saygı duymaya başlıyorsun. Onlarsız yaşayamadığının bilincine varıp “Ben de onlara katılayım!” diyorsun.

Bambaşka balık cinslerinin olduğunu, bilinçli bir şekilde kendi aralarında takım çalışması yaptıklarını görüyorsun.

Seviniyorsun.

Oksijen artsın diye uğraştıklarını fark edince, sen de daha derin nefes alır hale geliyorsun.

Umut doluyorsun.

Umut o kadar önemli bi şey ki! Onsuz yaşayamaz insan. O yüzden bi yerlerde umut olduğunu bilmek, ona tutunmak, inanmak ve umut verenlerin peşinden gitmek gerek.

Nereden aklıma akvaryum örneği geldi bilmem. Buradan sonra bu metafor tıkanır arkadaş.

Ondan metafordan çıkalım, gerçeğe dalalım.

Yaniii, iyi insanları görmeyi-bulmayı-karşılaşmayı istedin mi; buluyor, görüyor ve karşılaşıyorsun.

Vallahi de billahi de öyle.

Bunun adı tesadüf filan değil. Hatta bunu istersen, gerçekten kitlenip bir alışkanlık haline getirirsen, iyilikleri görmeyi yani; daha sabah gözün açılır açılmaz sadece onlara denk gelir oluyorsun.

Çok ilginç.

“Peki bu adamlar bunca zamandır neredeydi, neden görmedim, nasıl karşılaşmadım?” filan diye sormak anlamsız.

Boşveeer. Sorma vakit harcatan soruları.

Şimdi olduğun nokta iyi mi?

İyi.

Tadına var.

O eskiymiş, bu şimdi. Sürekli “ay neden ben zamanında…” filan diye başlayan cümlelerin kimseye faydası yok.

Şimdi ve sonrası önemli ve bi şey daha diycem; asla hiçbir şey için geç kalınmıyor bu hayatta.

Hayattaysan ve hareket edebiliyorsan yapamayacak olduğun şey yok!

Herkesin iyi insanlarla karşılaşma hikayesi kendine ama benimki bir çeşit mucize.

Tıpkı benim Adım Adım yardımseverlik koşusu yapan bir avuç iyi insanla Boğaz Köprüsü’nde karşılaşmam, koşmaya devam ederken bir sürü TEGV çocuğu için adım atıyor olmayı kafaya koymam gibi.

Bir sürü çocuğum oldu şimdi…

TEGV’de.

Bir sürü.

Daha da olacak. İnanıyorum.

Esas mucize bu.

Benim mucizelerim var demiş miydim size?

Var.

♫♫♫♫

Sessizliği ezelden beri sevmem.

Sürekli konuşulsun isterim.

Öte yandan bunu söylüyorum ama sessizliği çok da severim.

Ben tutarsızım.

Koşarken sürekli konuşmama rağmen, ta içimdeki sessizlik beni kendisine aşık etti.

Ben istediğim an sessizlik olursa hele, offf sessizlik ve benden daha iyi arkadaş yok. Zaten kafam, çok ve sürekli konuşuyor.

Şu an azıcık uykum geldi, pek tatlı bir uçak rehaveti bastı üstüme.

Daha sonra devam ederim.

Bana müsaade.

Horrr…

Uyku BALONU:

Buraya bi rüyanızı çizsenize; nasıl olsa sizden başka kimse görmiycek. Çiziktirin gitsin işte…

YOU MIGHT ALSO LIKE

Leave a Reply