Bölüm 4

Kaplumbağam Tom Hoffmann’ın Tom’s Drag Koleksiyonundan…

Anıttepe’de koşmaya başlamadan önce öğretmenimin sorduğu o “kim birinci gelecek” sorusu bana o tenis maçımı hatırlatmıştı işte.

Yenmek için yarışmak, yenilme riski ile geri adım atmak hissi beni her şeyden soğutuyordu.

Oysa kimi insan bu duygularla beslenir. Onlara saygım sonsuz. Ama bana iyi gelmiyor bu duygu. Beni zehirliyor.

Bana iyi gelmiyor. İyi de olmuyor yaptığım şeyler o zaman.

Ben; sevdiğim için yapayım, olmazsa da olmasın halinde takılınca çok daha iyi sonuç alıyorum.

Ben, yola çıkmayı ve devam edebildiğim için başarmış olduğumu kutlamayı seviyorum.

O tenis maçını hâlâ daha sanki iki saat evvel olmuş gibi iyi hatırlıyorsam, bu yazdıklarımda haklıyım.

Bu çok acayip bir şey.

İnsan bazı şeyleri asla unutamıyor.

Keşke unutsa!

Öte yandan, çok hatırlamak istediği bi şeyleri de cırt diye siliyor.

Keşke hatırlasa!

Bazı şeyleri akıl almaz şekilde unuturken, diğerlerini nasıl bu kadar iyi hatırladığıma hep şaşıyorum.

Nitekim, ben o gün Anıttepe’de iyi koşmuştum.

Bunca laf bunu demek içindi.

Mesela bu duygumu da hiç unutmuyorum.

Kaçıncı geldim hiç bilmiyorum. Kesinlikle birinci değildim. Sonuncu da olmadım. Zaten bunların önemi sıfır!

Hatırladığım bir şey var ama; o da koşarken inanılmaz bir strateji vardı kafamda. Sanırsınız Olimpiyatlara hazırlanmış bir atletim. O kadar iyi hesap kitap yaptım ki, o 4 turu en keyifle bitiren kesin bendim. Bundan bugün hâlâ deli gibi eminim.

En net hatırladığım koşma anım budur: keyif anı.
O keyfimi, şu satırları yazarken bile hissediyorum.

Ne acayip di mi?

Yani bundan sonraki ilk unutamayacak koşu hissime kadar olan -ki o da bu anlattığım anımdan 20 yıl sonra başıma geldi- o hazzı hiç unutmadım. Peki insan bu kadar cebinde taşıdığı bir hazzı neden öteler ki?

İşte onu bilmiyoruz sevgili “yahu bu kadın ne anlatıyor Allah aşkına” diye soranlar.

Anıttepe’deki Anıtkabir’e nazır o güzelim pistin kokusu ve ayaklarımdan kafama fışkıran keyif anısı içimden hiç gitmedi.

Budur yani.

♫♫♫♫

Size bu arada azıcık kendimden bahsetmeliyim. Bahsetmeliyimdir belki de…

Yani neden bilmem, sanki siz beni zaten tanıyormuşsunuzcasına yazıyorum. Yazarlaşma başladığından beri, nedense herkes yazan herkesi tanırmış gibi hissediyorum. Bu, köşe yazarlığının utanmaz ve yüzsüz egosunun sonucu korkarım.

Durun şu egoyu üzerimden atayım hele. Çok ağır bir yük ve gereksiz bi şey ego.

Haa ya da belki de, sadece tanıyanların okuduğunu düşündüğüm, okuyanların da tanıdık olduklarına kanaat getirdiğim için böyle hissediyorumdur. Çünkü ben neredeyse bütün okurlarımı tanıyorum. Gerçekten!

Ay of yani, boşvereyim bunu irdelemeyi ve kendimi tanıtayım azcık.

13 Ağustos doğumlu bi Aslan’ım.

Adım Yonca.

Soyadım Köseoğlu idi.

Evlendim ve kocamın soyadını -şimdiki “ilk soyadım da bende kalsın” düşüncelerinin molekülü aklıma gelmediği için- bayılarak aldım, Tokbaş oldum.

Hiç de pişman olmadım buna.

Bende bi pişman olmama hali vardır zaten.

_miş’li geçmiş zamanlara dair asla pişmanlık duymam. _di’lilerle aram o kadar iyi değil gerçi. Neden bilmem.

Yaşadıklarımı pek bi severim.

Kararlarımı da.

İyi-kötü, günah-sevap fark etmez benim için. Yaşadımsa, yaptımsa olmuştur artık.

Hem bence Köseoğlu’nun anlamından Tokbaş’ın anlamına geçiş çok şeker. Bunu o zamanlar düşünmemiştim ama şimdi yazarken düşününce çok şeker geldi.

Şeker di mi?

Panoya şeker yazın lütfen hatrıma. 🙂 Olmadı hayal edin içine yazdığınızı. Veya canınız ne çekiosa onu yazmış gibi hayal kurun şu anda…

Canım nasıl da şeker çekti!

Şeker Panosu:

Beni anlatmaya devam.

Güzel-Anlayışlı-Her Daim Mantıklı Düşünür Annem bana hep; “Sen doğduğunda herkes şaştı kaldı. Çok güzel bir bebektin!” dedi durdu. Bilmiyorum gerçek mi, yoksa annelerin hepsine bebekleri en güzeli geldiğinden mi? Yoksa bu bir masal ritüeli mi? Ya da pek tabii yeni doğan bi bebeğe kimsenin çirkin diyemediğinden mi?

Bazı bebekler azcık çirkin doğuyorlar oysa.

Onlar çirkin ördek yavruları.

Hepsi kuğu olacaklar. Oluyorlar da.

Ama işin bu kısmı hiç önemli değil yine; çünkü bence benim doğum hikayemdeki en önemli ve en güzel kısım adımın Yonca olmasıdır.

Gonca olacakken Yonca olmuşum.

Güzel-Anlayışlı-Her Daim Mantıklı Düşünür Annem istemiş Gonca yerine Yonca olmamı.

Bakın yine _miş’li geçmiş zamandayım.

Aklım başıma erdiğinde, denilenleri duymaya, duyduklarımı anlamaya başladığımda ilk duyduğum şey şuydu:

-Adın ne senin?

-Yonca.

-Aaa ne güzel ismin var. Yonca, 4 Yapraklı Yonca. Uğur getirir insana.

Düşünebiliyor musunuz, adınızı her duyanda böyle bir cümle uyandırabilen bir isme sahipsiniz. Bundan daha harika bir başlangıç olabilir mi güne, hayata, işe, güce, her neyeyse ona…

Mis.

Ve fakat bu güzellik dershaneye başladığım yıl duvara tosladı.

Bi coğrafya hocamız vardı.

Adını unuttum. Bi arkadaşım var o kesin hatırlar. Bi saniye onu arayıp şu an sormam gerek. Bi saniyelik telefon molası veriyorum acilen.

Bi telefon sahnesi hayal edin bu arada bari…

♫♫♫♫

Ay yıkıldığım andır şu an!

Hafıza Küpü Arkadaşım Dünya Muhtarı Akademisyen Z. bile o coğrafyacıyı hatırlamıyorsa -ki onda bi fil hafızası var- ben hayatta hatırlamam.

Bu Hafıza Küpü Arkadaşım Dünya Muhtarı Akademisyen Z. benim çocukluk arkadaşım ve benim ayaklı tarihimdir. Hafıza Küpü Arkadaşım Dünya Muhtarı Akademisyen Z. herkesi tanır, bilir, hatırlar. Hatta öyle ki, gittiğiniz herhangi bir yağmur ormanında karşılaştığınız ilk yerliye onu sorun, bilir. Şoka girersiniz. Herkes onu kesin illa bi yerden tanıyordur ya da tanıyan birini tanıyordur. Demek Hafıza Küpü Arkadaşım Dünya Muhtarı Akademisyen Z. bile bu adamın adını unutmuş. Şaştım kaldım valla.

Bu coğrafyacı çok alem bi tipti, unutulacak gibi değildi. Benim de o dershanede ilk dersimdi. Fransız Okulu’ndan gelmişim, her şeye Fransızım.

Girdi adam derse ve herkese; “İsminizi söyleyin, kendinizi tanıtın.” dedi. Çok hoş, medeni bi durum. Herkes işte sırayla adını söylüyor filan, sıra bana geldi.
“Yonca.” dedim ve daha Yonca’nın “a”sına geldiğim an adam; “Aaa Yonca mı? Bedava ve her yerde biter, inekler yer!” dedi.

DONK!

Şoka girmişim.

Hayatımda adımın anlamının bedava ve her yerde biten bir ot olduğu gerçeğiyle yüzleştiğim ilk andır.

Eve gidip annemlere; “Niye daha önce bu acı gerçeği bana söylemediniz? Bana hep şanstan bahsettiniz!” dedim sinir içinde.

Güzel-Anlayışlı-Her Daim Mantıklı Düşünür Annem pek güzel bi edayla; “Çünkü senin adın Yonca, 4 Yapraklı Yonca ve şans getirirsin!” dedi kesti attı.

Ah şapşal kafam.

O zamanlar bilemezdim ki bu yeşil otla ve siyah beyaz benekli bir inekle bu kadar ciddi manevi bağlarım olduğunu.

Evet, ben yeşil bir otum.

Bedava.

İneklerin en sevdiğiyim. Bir inek seviyorsa, o da yeter.

Bundan güzeli olabilir mi?

Ulaşması kolay olanım. İyi bi işe yararım; sütü hayat verene besinim.

Her yerde kolaycacık biterim.

Ceplere sığacak kadarım.

Bu kitap gibi, cep boyu.

İnekler yer beni.

Yesinler.

Sütlensinler.

Ben Yonca’yım.

Böyle iyiyim.

Ve birden durasım geldi. Çocukluğumu anlatasım kalmadı artık. O baştaki hevesim kalmadı yani.

Nedensiz.

Barış Manço – Müsaadenizle Çocuklar

Belki karışık kuruşuk duygularım içerisinde yazarken, arada yine içimden gelir yazarım.

Ama şimdi değil.

Şimdi doğumum ve ismimden sonra uzun ve derin bir nefes almak, azıcık daha etrafıma ve özellikle de sağımdaki pencereden aşağıya bakmak istiyorum.

Malum hâlâ uçaktayım.

(Uçakta Hafıza Küpü Arkadaşım Dünya Muhtarı Akademisyen Z.’yi nasıl mı aradım? Aradım valla. Bazı uçaklarda telefon var. Kredi kartınız ile arama yapabiliyorsunuz. Hakkımı kullandım.)

Uçak sesi insana sanki yarı sağırmış hissi veriyor. İnsanların seslerinden çok görüntülerini ve dudaklarını okuyarak anlamaya dikkat kesiliyorsun. O yüzden yazarken birkaç kere gelen hostesin yüzünü değil dudaklarını gördüm sadece.

Acayip dolgun dudakları var.

Acaba gerçek mi, silikon mu?

Keşke aklıma bu soru hiç gelmese.

Asla bir şeyin gerçekliğine dair şüpheye düşmesek.

Neyse o olsa…

Sayfa 33

Bu fotoğraf da kitabın bu bıraktığım yerden sonra gelen sayfasında…

YOU MIGHT ALSO LIKE

Leave a Reply