• 25/01/2021

Cesur Kız

Cesur Kız

Cesur Kız 1024 769 Yonca Tokbaş

Yanımdaki cesur kız çocuğuyla tanıştığımda 9 yaşındaydı. Şimdi 20.
Evimize kaç kere geldi gitti. Sayısız.
Kızımın arkadaşı.
Bazen bizde kalırdı, yatıya, okula beraber gelip giderlerdi. Dansa da.
Ailecek tanışıyorduk. Hiç görüşmedik. Uzaktan bi selam, bi gülümseme, bi selamlaşma…belki bir iki kere de telefonlaşmışızdır.

Yine bir gün kızlarımızı sahnede izlemeye gittiğimizde, annesi tekerli sandalyede geldi salona.
Bir yardımcı ve babası aracılığı ile gösteri salonunda belli ki onun için belirlenen -çıkışa en yakın- yere oturtuldu zar zor.
Tekerlekli sandalyeden kucağa alınıp taşınarak oturacak olduğu o koltuğa aktarıldı, yani.
Bir patates çuvalı gibiydi içi boşalmış. Çuvalı aldılar kaldırıp oraya koydular sanki.
Kızın babası, kadının kocası ile göz göze geldik, hemen gözlerimizi kaçırdık.
Karı koca kendi aramızda fısıldaştık. “Ah ne oldu bu güzelim kadına böyle birden” diye. Boğazımızda bi yumru oldu. Gözlerimiz doldu. Orada durduk. Sustuk. Konuşmadık. Ürktük o kadının başına gelen bilmediğimiz şeyden.
Salonda da ışıklar söndü zaten. Spotlar perdeyi aydınlattı.
Şov başladı.
Kızlarımız sahnede yıldızlar kadar pırıl pırıldı.

Bir kas olayı dendiğini duyduk sonra. Soramadık ötesini berisini. Merak içindeydik; ama korkumuzdan duymak istemiyorduk, almak istemiyorduk daha detaylı bilgi.
Sormadık.
Hiç konuşmadık. Konusu da olmadı. Oldurulmadı belki.

Yıllar geçti gitti. Kızlar geldi gitti. Dans devam etti.

O anne her şova geldi. Tekerlekli sandalyesi ile.
Baba ve bakıcı, anneyi bir patates çuvalı gibi alıp sandalyesinden, koltuğa oturttular.

Biliyorum bu okura kötü gelecek bir tasvir. Yazar öyle şeyleri yazamaz mı peki? His ve kelimelere kelepçe vurmadan yani… Sansürsüz. Bazen çirkin gerçeğin, içimizden geçip de dışarıda uygun bulunmayan hislerin de bir tasviri var ve onu cesur kızlar yazmazsa kim yazacak peki?

Şovu izlerdi. Birbirimize bakıp gülümserdik. Yani biz gülümserdik, onun gözleri gülümserdi. 10 dakika ara olduğunda, önlerinden geçerken dikkat edip özen gösterirdik çarpmamak, rahatsız etmemek için.
Yine sessiz gözlerle anlaşma…

Herkes bizim kadar dikkatli davranmıyordu. Hatta bir keresinde bir çift illa o özel ayrılan koltuğa oturacağız diye tutturdu. Fark eder etmez fırladık biz kendi yerimizi verdik. Yoksa kadını patates çuvalı gibi salon içinde oradan oraya taşımaları gerekecekti. İnsanlar bazen çok terbiyesiz ve kötüydü. Kendi kaçışlarımıza değil de, başkalarının saygısız davranışlarına hayret etmeyi seçtik belki.
Canım çocuk bu olayı duyduktan sonra koşmuş gelmiş yanımıza. Bize ve “anlayışımıza” teşekkür etti.
Teşekkür edilmesi bile olacak iş değildi. Mahçup hissettik. İnsanlık nerede kalmıştı, yaptığımızdan daha doğal ne vardı?
Nerede kalmıştı insanlık sahi?
Bilemedik.
İnsanlık etmek durumunda kalan biz, doğal davranışımız altında ezildik.

Kızla hala buluşuyoruz. Pandemi günlerimin en tatlı zamanları.
Yanımda, klavyesini dövüyor şu anda. Susuyoruz birlikte. Yazıyoruz yan yana.
Arada okuyorum yazdıklarını. Okutuyor bana. Oku Yonca diyor. Tiyatro oyunu yazmak istiyor.
Tıkanıyorum yazdıklarını okudukça.
Cesur.
Ben ne zaman kendimi bu kadar sansürleyen, kelimeleri içimdeki cümleleri bu kadar kısan bir insan oldum diyorum onu okurken. Benim kendi cesur kızım nereye kaçıp saklandı?
Ben onu yüreklendireceğim zannederken, o bana cesaret veriyor.
Küçük ve cesur olan o, büyük ve ürkek olan ben.

Bana okuttuğu ilk yazısının başlığı “ALS’li bir annenin çocuğu olmak nasıl bir his”.
Okur okumaz duraksadığımı fark etmesin diye çabaladığımı fark ediyorum. O nasıl etmesin…
Bana “istersen okuma” da demiyor. Bekliyor.
Sabırlı.

Daha bugün öğrendim öğrenmek istemediğim ve merak da etmemeye çalıştığım gerçeği.
Cümleleri deliyor gözümü. Ama ağlamıyorum.
Çünkü öyle bi şey değil o an. Çünkü içimde saygı.
Saygım ayrı ağır basıyor, saygım ayrı büyüyor. İçimdeki ürkeklik hissi, ufak ufak cesur olmaya yeltenmek istiyor.

“Sessizlik” diyor, devam ediyor;
“İnsanlar sessiz kalamıyor. Oysa insanın bazen tek ihtiyacı olan şey bir insanın sessiz varlığı.”

Okumaya devam ediyorum. Çıt çıkartmadan.

İnsanların gözünde, “dili tutuk kaldıkları o anı” kaç kere gözlemlediğini yazmış mesela.
Al bana!
Dilim tutulduğu o anı bir kere daha, bu sefer de bende gözlemledi diyorum.
Tam şimdi.
Yine.

“Annemi gördüklerinde diyecek bir şeyleri olamıyor ve yine de konuşmaya, teselli etmeye çalışıyorlar. Akıl veren, tavsiye de bulunan, çare öneren… ve tam da bu insanı süper rahatsız ediyor. En zoru bu seslerle baş etmek…” yazmış mesela.

İyi ki denememişim hiç ve asla bir teselli cümlesi dahi kurmayı bunca zaman zarfında. Şükrediyorum neye şükrettiğimi çözemeden…

“Bir insan sessizse, o konuda söylenecek yapılacak pek de bir şey yoksa, siz de onunla birlikte sessiz kalabilirsiniz. Suskunluğunuz yeterli. Sorun yok.” yazıyor bir satırda.

“Sadece orada olmak -ki bunu anlatmak için “presence” kelimesini kullanıyor- “presence” en büyük tedavi, derman” diye devam ediyor yazısında ve o anda ben tam da o anda yanında duruyorum sessiz sedasız usulca. Varız birlikte.

Yanımda klavyesini pataklıyor sabahları.
Alıyor klavyesini gelip oturuyor yanıma. Ben bi sandalyede, o yanımdakinde, yazıyoruz kendi halimizde.

Okuduklarım,
Okumama izin verdiği ilk yazıları kalbimi, aklımı, klavyemi alt üst ediyor.
Kendi gençliğim, yazıp yazıp günlükler içine saklandığım Yonca, sanki geçmişten çıkıp gelmiş yanıma oturmuş. Cesur. Özgür. Sınırsız. Yargısız. İnsafsız. Saf. Neyse o. Çırılçıplak.
Kısa ve net cümlelerle yazaduruyor yanımda. Takır takır.
Mesela diyorum, ben bu yazıda yazdığım betimlemeyi yazdığımı ona söylesem bana alınır mı?
Sonra soruyorum.. bi cesaret.
Yooo diyor… gerçek bu.
Ben de öyle düşünüyorum. Saklayacak ne var…
Ben sorana kadar öldüm.
O cevaplarken dipdiri.

Yazar Öğretmenim Yeşim Cimcoz olmalı şu an burada diyorum. Elimde olsa bağlanıcam ona. Şu an en çok onun “presence”ına ihtiyaç duyuyorum. Varlığına.
Kızın satırları içinde bir şeyleri “Yeşimce” okurken kendimi yakalıyorum.
“6 dakika” diyorum bi yerde tıkanınca… “Hadi 6 dakika daha yaz çocuk”…
Yazıyor yazıyor yazıyor. Durmuyor. Dinliyor beni. Teslimiyeti, güveni, rahatlığı, yaşanmışlıklarının ona kattığı güven ve özgüven… bu kadar kocaman bir güç ve kırılganlık yanında büyük müyüm küçük mü emin olamıyorum bi noktada.

Yaşanan en kötü şeylerin bir “skor tahtası” olmasından söz ediyor yeni başlık altında. Seçtiği kelimenin çıplaklığı ve sadeliği lök gibi içime otururken, bu kadar hafifcecik anlatması da tüm karamsarlığı yok ediyor. 
Hislerim oradan oraya çarpıp giderken, yazmaya geri dönüyoruz.
Yan yana.

Annesi patates çuvalı gibi yaşıyor kaç senedir. Ve bu çocuk o evde, hiç boşanmadan ayrı kalmış gibi olmuş anne babası ile mutfakta hep beraber durdukları o anda, hangisine kaç saniye ne kadar göz teması kurduğunu, ve o göz temasını nasıl da ikisine “eşit” dağıtmayı düşünerek dengeleri idare ettiğini yazıyor.
Mesela.
Görüyorum o sahneyi yazdığı o satırda.
“Tiyatro sahnelemek, tiyatro sahneleri yazmak istiyorum” diyor ya…

Birbirilerini bunca severken hastalıklar içinde boşanmadan ayrılmak zorunda kalıp aynı evde yaşayan hasta anne ve hasta babasının bir ilişkisinin olmamasına rağmen, hala bir ilişkilerinin olduğunu anladığı gün nasıl da kalbinin kırıldığını yazmış bir kısacık paragrafta.
Ben yaşadığını yazdığı şeyin cümlesini kuramıyorum, koca kadınım oysa.

“İnsanlar romantik ilişki için kalp kırığı tanımı kullanır; ama benim de bu evde kalbim kırıldı” yazmış… mesela.

Ben de başlıyorum buraya yazmaya.
Bir kahve yaptım ama önce kendime.
Koyu.
Kahve.
“Sürekli tartışma çıkacak korkusu ile yaşamak” diye bir başlık da attı.
Altına, mutfakta üçü beraber olduklarında, bir annesine bir babasına eşit göz teması kurmaya çalışırken; annesinin aslında babasını daha çok sevdiğini anlamaması için nasıl çabaladığını yazmış çırılçıplak… dan dun yazıyor.
Nasıl rahat yazıyor gibi duruyor.
Arada bir su yudumluyor.
Yutkunma sesini duyuyorum.

Babası da parkinsonmuş meğer. Mesela…
Öğrendiğim günü hatırlıyorum. Eve geldim kocama söyledim, berbat bi ses tonuyla söyledim ezik ezik.
Acıyarak.
“Şimdi de babası parkinson olmuş” dedim, yıkılmış bir ses tonuyla.
Ben neye yıkılıyorsam!
Yine aynı dudak ısırmalarını yaptık karşılıklı ve asla bakmadık birbirimizin yüzüne.
Daha da soramadık bi şeyler. Çok bilmek sanki bize bulaştıracaktı o evdeki hastalıkları ve bunu karı-koca biliyorduk sessiz anlaşmamız içinde, bundan da utanıyorduk. Utandığımızın da farkındaydık ama bunların önüne geçemiyorduk, sessizlikten başka bi şeye saklanamıyorduk.
Hemen işlerimize koyulduk hızlıca.

Gerçek çok çıplak olduğu için rahatsız eder ya insanı, beni de çok rahatsız ediyor. Mesela annesinin hastalanmadan da bencil, narsist ve sevgisiz olduğunu yazması çok rahatsız ediyor beni.
“Beni sevmiyor aslında” diyor.
“Bana bir keresinde “seninle yeterince vaktim olamadı” derken, “seni de ablan gibi zehirlemek için yeterince vaktim olmadı” dediğini anladığıma çok sevindim ve rahatladım..” yazıyor yanımda pata küte.
“Çocuk yazma öyle, n’olur…” diyesim geliyor.
Demiyorum.
“Beni zehirleyecek vakti kalmadan hastalandı ve annem buna içerliyor…” diyor bana.
Yazmaya dönüyor.

Cesur bu çocuk. Dürüst. Çıplak. Gerçek. Hakiki.
Arada duruyor.
Okumamı bekliyor.
Okuyorum.
Duruyor.

“Neye ihtiyacın var?” diyorum…
“Atmosfer, ortam, alan” diyor.
“Buraya gel, yazalım” diyorum.
“Sen şurada yaz ben burada.
“Sana bakarsam ben de yazarım” diyorum. “Beni sen yazdırırsın. Ben de seni. İşine yarar mı?”
“Yarar, yarıyor…” diyor.

Resmen, açık açık, alan açmak için birbirimizi kullanmayı teklif ediyorum.
İkimiz de bu çıkar ilişkimizden çok mutluyuz o anda.

“Kitap mı olacak? Tiyatro oyunu mu onu bilemiyorum; ama sahne sahne yazmak istediğimi biliyorum” diyor.
“Düşünme… yazdıkça yaz. Böyle düşünürsen tıkanırsın, ben ne olacak diye düşününce tıkanıyorum” diyorum.
“Evet düşününce tıkanıyorum” diyor.
Önümüze dönüyoruz hemen.
Yazıyoruz.

Müzik açtım şimdi.
Dexter Crowe-Mercan Dede, Join The River

Son cümlesi şöyle bir cümle oldu yanımda.
“Eğer orada olmak istemiyorsan içindeki sesi dinle. Terk et.”

Radiata yazın Youtube’da. Yanına Dexter Crowe.
The Party belirecek.
Tıkla.
Charlie Chaplin filmi karşında.
Siyah Beyaz…

Bu kız öyle etkiledi beni.
Kördüm, gözlerim açıldı sanki.
Yonca
“sansürsüz”

Yazının kimliği:
1 Haziran 2020
Saat: 10:01
Sıcak.
Dubai.
Vanilyalı, fındıklı kahve kokusu.
Saçlarım ıslak… üşüyor ensem.

Leave a Reply