• 10/12/2019

Babam öleli çeyrek asır oldu

Babam öleli çeyrek asır oldu

Babam öleli çeyrek asır oldu 150 150 Yonca Tokbaş

Çeyrek asır oldu bugün Babam öleli. 

25 yıl.

10 Aralık 1994. 

Babam öldü diyemedim çok uzun süre. Kaybettim, gitti filan gibi fiiller kullandım.

Hem yazılı, hem sözlü.

Doğanın en baba kanunu doğmak ve ölüm, nedense sevdiğin ölünce “kaybetmiş” oluyorsun. Sanki bulacakmışsın gibi.

Gitmiş oluyor, suçlu gibi. Terk edilmişlik hissi filan.

Yooo, öldü ayol. Saati geldi. Öldü. 

“Ölü Ozanlar Derneği” diye film var. Ozan olunca ölü demek kolay da, baban ölünce ölü demek zor.

Böyle, yani öldü, dediğinde, en başta sen kendini dövüyorsun, çok yalın ve net olduğun için. Gerçeği kütürt diye söylediğin için. Kabullenmeme isteği.. Çok normal bunların da hepsi. 

Hep düşündüğüm şeyin cümlesini dün daha iyi kurdum. Babam yaşasaydı ilişkimiz bu kadar güzelleşir miydi bilmem. Ölüm, insanı sevdiğine daha çok yakınlaştırıyor. Yaşamak, bazen en sevdiğinden hiç istemediğin kadar uzaklaştırabiliyor. Hayat böyle muhteşem tezat cümlelerden ibaret olarak yaşanan bir zaman şeysi. 

Zaman ve hız problemlerini hiç sevmedim okulda. Koşarken de sinir oluyorum. Profesyonelce yapmak istediğin her işin içinde zaman ve hız mutlaka var. Oysa ben bu ikiliyi olası ve olmayası tüm koşulları gözeterek esnetmeyi seven bi tip olarak, bu 25 yıl içinde hayli esnedim esnedim ve 1mm bile esneyememiş olabileceğimi de düşündüm. 

İnsan kaç kere aynı hataları yapar Baba? Kendi hatalarımı yapmak ne büyük özgürlük ama di mi! 

Bir insan kaç kere yaptığı hataların aynısını sil baştan yapmamak üzere başlamasına rağmen tekrar eder?

Bi de insan nasıl bi canlıysa artık, sonsuz kere çok iyi bildiği şeyi yeni baştan unutup hop tekrardan öğrenmeye çalışabiliyor. Ölümünün 25. yılında bunlar geçiyor aklımdan. Mesela dün akşam kendime koşmayı yeniden öğretirken buldum. Güldüm. Sonra aklıma “babanı erken kaybetmişsin, ilgi ve onaya ihtiyacının bitmemesi bu yüzden” denmesi geldi. Somurttum. Bütün bunlar 1metre 1saniye içinde oldu. Al sana zaman ve hız problemi. 

Çok karışık bir dönemde yaşıyoruz biz. Eskiden bi sana açıklama gerekiyordu, alışkanlık mı kalmış nedir bilmem, sürekli bütün Dünya’ya ciğerime kadar açıklama yapmam gerekiyormuş gibi yaşayan bi tip oldum. Böyle de kaldım korkarım. 

Yazıyorum. Kalemim kuvvetli diyorlar. Ben de öyle düşünüyorum bazen. Sonra böyle düşündüğüm için tabi ki utanıp mahçup olup yazamaz oluyorum. Parayla ilişkimi düzeltemedim pek. Vermeye varım, almaya gelince köşe bucak saklanıyorum ve tabi ki bu büyük sıkıntı. E ama almak için hiç hoşuma gitmeyen bi şeylere doğru esnemem gerek ve ben inatçı bir kız olarak yaşlanıyorum. Yapmam gerekenlerle, olma halim acayip ters düşüyor. Seçtiğim meslek yazarlık.. Ev yemeği gibi bi şey. Yapman koca gün sürüyor, sofraya oturan 5 dakkada bitiriyor. Eline sağlık eşittir 1 aylık gelir.

Her önüme gelen bana “piyasaya” kendimi sosyal sorumlulukçu olarak “lanse” ettiğimi ve bu yüzden insanların bana o gözle bakmasının dezavantajım olduğunu filan söylüyor. BU cümleyi bi daha oku, harbi çok korkunç bi şey. İnsan gönül işini piyasa olarak görür mü? Vallahi hiç aklımda yoktu. Lansman değildi. Aklıma bi gün iyilik yapmanın beni ayağımdan vuracağı gelmediydi. Yetmez, geçenlerde bir STK onlar adına onları tanıtarak koşarsam bana para ödeyeceğini yazmış. Bağış toplamaktan, kaynak yaratmaktan bahsetmiyorlardı ama. Sonra bir baktım, bir sürü sosyal medya ünlüsü insan o kuruma koşuyor. Kurum sürekli para dağıttı yani, peki ne kadar kaynak sağlandı o amaç için? Hiç anlamadım. Gönüllülük de mi satılık oldu? Veya tamam, ünlü kişi kazansın tabi, ben de kazanayım ama herkes kazansın istiyorum ben. Eşitlik problemlerinde de iyi değilmişim bak iyi mi! Ve mesela bütün bunları sessiz sedasız yap diyor birileri, ben söylemeden duramıyorum suçmuş gibi… Şeffaflık da başıma büyük bela anlayacağın gibi. 

Kafam çok karıştı.

Bildiğim her şey çorba oldu. Bi de sitem işitiyorum sürekli… Uyumsuz olmakla, çok düşünmekle, hayatı aşırı ciddiye almakla suçlanıyorum. Ben de kızıyorum kendime gerçi. Tam dalga geçicem, pilim bitiyor of yani.

Acaba bunlara söyleyecek ne sözün olurdu. 

Huzur ve ışıklar içinde filan uyuduğunu hiç sanmıyorum. Yani, huzurlusundur bu acayip ortamda olmadığın için eminim. Ama uyumayı sevmezdin, cin gibi dolanıyor, sigaranı içerek bol bol kitap okuyorsundur bence. Bilim Kurgu 🙂

Rüyamda gördüğüm bahçede olduğuna eminim. Çocukça ama öyle. 

Torunlar bomba diye tekrar edeceğim.

Harbi bombalar.

Destina Chicago’da Chicago’nun rüzgarından da güçlü esiyor. 

Aslan Cem için dün öğretmenlerinden duyduğum cümleler hayatımın en güzel gününü yaşattı bana. 

İki keratanın da kalemi de, duyguları da, yürekleri de güçlü.

Mavi kızın gücü ve gülücüğü insanı güldürüyor, ömrünü uzatıyor o derece, Demir Bey ise müzikal ciddiyetiyle, duygusallığıyla, ses etmeden anlamasıyla sağlam basıyor.

Durduk yerde mektup yazmış gibi oldum. Bugün tek harf yazasım yoktu oysa… oldu. 

Şimdi Annemi arıycam, sonra da Fuat’ı. 

İlla bi konuşuruz bugün.. Her sene. 

Bahçemden sesler geliyor… guguuukçuk… Hava gri. Yağmur yağacak gibi Dubai’de. Tatlı serin bir Aralık sabahı. 

İşin ilginci bu sabah yataktan kahkahalar atarak kalktım. Arda rüyasını anlattı. Hiç gülesim yoktu, güleceğim aklıma gelmezdi… oldu. 

İyi oldu.

Yonca

“Baba kıçı boku”

2 comments
  • SerdarDesticioğlu 12/12/2019 at 15:59

    Yazdıklarınız 20 yıl önce ölen babam ve iki yıl önce ölen eşimi tekrar hatırlattı bana. Ölümün sevdiğinine yakınlaştırması cümleniz beynimde çakılı kaldı. İnsanın gerçekten sevdiğini teyit etme halinin çok acı deneyimi gibi hissettim.
    Klavyene, aklına, gönlüne sağlık. İyi ki yazıyorsun.

    • Yonca Tokbaş 25/01/2020 at 23:50

      zor… yorumunuzu geç okudum.. affola… bir dizi varmış.. After Life diye Netflix’de, sizin yazdığınız da bana onu aklıma getirdi. Acı, komedi, trajedi.. hepsi aynı anda yaşanan bir şey ölüm … hayat böyle… garip ve gerçek. Acı ve tatlı.. ekşi ve düz…

Leave a Reply