Mesele çıkmak değil, inmeyi bilmek-miş!
UTMB sevdası nasıl başladı
Ultra Trail du Mont Blanc, kısaca UTMB, Fransa’da 15 yıldır düzenlenen “Dünya ultra patika koşu zirvesi”. Farklı ultra mesafelerde, hepsi Mont-Blanc Dağı etrafında koşulan, olimpiyatlar havasında bir yarış. Bu sene 92 ülkeden 8000 kişi yarıştı düşünün. (42km 195metre olan maratondan da uzun mesafeye ultramaraton denir.)
UTMB bünyesindeki bir yarışa gitme hayalini kurmaya başladığımda, biz daha koşmayı bilmezken oraları koşan bütün arkadaşlarımın raporlarını okudum, videolarını izledim.
Emre Tok’un “Düşlere Uzanan Patikalar” belgeselini izledim. Büyüleyici, çekici, sürükleyici bir hayaldi. UTMB’deki en kısa mesafe yarışa bile katılma hakkı kazanmak, kolay değildi.
Düşlere Uzanan Patikalar – TDS
UTMB kelimesini ilk Emre Tok’dan duymuştum. Türkiye’den de ilk o koştu zaten. Ardından, Alper Dalkılıç’dan duydum. Öyle zorlukları öyle güzel aşıyorlardı ki, ister istemez “bir gün belki, keşke, acaba ben de yapabilir miyim?” düşünceleri içimi kemiriyordu.
2010 yılında, ben daha yeni 3-5km koşarken, Sertan-Serkan Girgin ve Emre Tok UTMB koştu. O sene, yarış patikalara düşen çığ nedeniyle durduruldu. Ben onları hayranlıkla takip ederken, bir gün bu yarışa katılmak için hayal kuracağımın hayali bile aklımda yoktu. 2011’de 5 Türk; Emre Tok, Caner Odabaşoğlu, Bakiye Duran, Fırat Kara ve Faruk Kar TDS kategorisinde 119km koştular. Düşlere Uzanan Patikalar belgeselini de o zaman yaptılar.
55 dakikalık ilk Türk Ultra Maraton belgeselidir ve THY yurtdışı uçuşlarda, seyahat bölümünde var. Mutlaka izleyin. İzleyince beni daha da iyi anlayacaksınız. (konuyla ilgili Hürriyet-Kelebek köşe yazım)
OCC başvurusu için hazırlıklara başlamak
2013’de İznik Ultra Maratonu’na 80km koşmak için yazıldım. 75. Km’ye geldiğimde verilen zaman limitini aştığım için diskalifiye oldum.
O yarışın son 20km’sinde bir zeytinliğin içinde çamur balçık içinde ilerlemeye çalıştığım, ayaklarımın çamurdan betona dönüşmesi, her şeyin ağırlaştıkça ağırlaşması unutulmaz bir deneyimdi. Yarışı bitiremeyince, bütün emeklerim boşa gitti dedim, ağladım da ağladım. Benim için dönüm noktası olan o yarış ve raporu budur: İznik Ultra 80km 2013 raporu
Bir sene sonra, 2014’de tekrar yazıldım İznik Ultra 80km’ye ve bu sefer bitirip UTMB’deki yarışlar için de kullanabileceğim puanı aldım. Fakat o puanlarla UTMB’ye nasıl başvuru yapılır, o puanlar nasıl işe yarar hiç bilmediğimden canım puanlarımı yaktım iyi mi! Bi şeyleri anlamaya başladığımda başvuru tarihi çoktan geçmiş, puanım da geçerliliğini çoktan yitirmişti. Buna da ayrıca ağladım.
2015 yılında bu sefer İznik Ultra 46km koştum, bitirdim. Yine puan kazandım.
(Bu puanlar sadece ITRA tarafından -uluslararası patika koşusu federasyonu diyelim- onaylanan yarışlarda alınabiliyor, her koşulan yarış ITRA puanı vermez. Türkiye’de UTMB için puan veren yarışlar var. Onu ayrıca yazacağım.)
En son geçtiğimiz sene, Likya Yolu Ultra Maratonu 256km’yi bitirince de 6 puan kazandım.
Elimdeki toplam puanlar ile bu sefer UTMB başvuruları için alarmlar kurdum.
Macera Akademisi’nden ve patika koşularından arkadaşım Caner Odabaşoğlu’nu aradım, ne nasıl oluyor bin tane soru sordum, o da yine hepsine sabırla cevap verdi.
Emre Tok ise, sanıyorum bana verdiği mesai ile rahat 2 UTMB daha koşardı. Ultramaratoncuların her biri Dünya’nın en sabırlı, özverili, alçakgönüllü ve de bilgi paylaşımında bir o kadar cömert insanları.
UTMB için başvuru tarihi geldiğinde, yanlış ve eksik bir şey yapmamak için terler döktüm. Hangi mesafeyi koşacağıma karar vermek en kolayıydı. Puanımın yettiği en kısa parkuru seçmek istiyordum.
Likya Yolu Ultra Maratonu’nu 3 kez 6G kategorsinde koştum. Ultra Maratona geçtiğimde, 6G’de koştuğum yerlerden de geçmek, arazi yapısını önceden tanıyor olmak çok işime yaradı. Çadır ortamını, hava koşullarını önceden deneyimlemiş olmanın çok faydasını gördüm. ( Likya Yolu 6G kapsamlı bilgi)
Aynı şekilde UTMB’ye giden yolda sabırla, acelesiz ilerlemek istiyordum. Zaten puanım da ancak OCC 56km ve CCC 101km için yeterliydi.
Hayat uzun. Hayatımda hiç dağ ortamı yok. 17 yıldır Dubai’de yaşıyorum. Yazları bir parça yokuş çalışma şansım varsa, o da Yalıkavak’da yine deniz seviyesine yakın. Tıpış tıpış OCC 56km seçtim ve başvurumu yaptım.
Başvuru yaparken puanlarınızı aldığınız yarışları da belirtiyorsunuz. Organizasyon verdiğiniz her bilgiyi, her başvuran için tek tek kontrol ediyor. Sonra bekliyorsun başlamaya. Koştuğun yarışlar ve puanlar kontrol edilip kabul edilince, kaydınızı kuraya alıyorlar. Bu sefer kura stresi başlıyor. (başvuru uzun zamana yayıldığından, bu raporu yazarken bazı şeyleri unuttuğumu görüyorum)
Kura çekilişinin sonuçlandığı gün, bir e-posta geldi ve sanki bana “size çıktı” gibi bir şey yazıyordu. “Sanki” dedim; çünkü inanmak istemedim. Fransızca ayrı, İngilizce ayrı okudum. Eşe dosta, pek tabi Emre Tok’a da yolladım yanlış mı görüyorum diye. Hem şanslı olduğumu biliyordum, hem de “Eyvah çat diye çıktı, hiç kaçış kalmadı” sayıklamaları yaşıyordum. Listelere kaç kere tekrar tekrar baktım bilmem. Kurada çıkmayan arkadaşlarıma çok üzüldüm. Kura sonrası, son 6 ay içinde yapılmış sağlık kontrolü ve raporu istendi. Kayıt sayfası kişiye özel, her şey oraya online yükleniyor. Sağlık kontrollerimi hemen yaptırdım yükledim. O sağlık raporu örneği de web sitesinde var. Her formu onların istediğinden bastırıp yaptırdım ki, sorun olmasın.
Tekrar bekleme başladı.
Bekleme uzun sürünce panikledim. Bir türlü “onaylandı” yeşil tıkı çıkmıyordu sayfamda. Pek tabi yeniden Emre Tok’u aradım. “Yonca binlerce başvuru var. Bekle, sırayla yapıyorlardır. Tıkır tıkır ciddi işleyen bir sistem. Sabret.” dedi. Sabır da bir yere kadar, beklemek insanı çatlatır.
En sonunda bir gün “sağlık raporunuz onaylandı” yazısı ve yanında yeşil tık göründü.
Bu arada Yüzbinkoş hocalarından Özgür Axaman ile antrenmanlarımı güzel güzel yapıyordum. Arada yüzmek, çok arada da bisiklet yapmak bile bana iyi gelmişti. Yoga zaten yapıyordum.
Seda Nur Çelik ile de kuvvet çalışmaya başlamıştım.
Bi ara hastalandım. Antrenmanlarım aksadı ve aksaklık uzun sürdü. Dahası 1 senedir süregelen hamstring sakatlığım hep kendini hissettiriyordu. Sakatlık şeysini yazmayı sevmiyorum, çünkü nice insan durduğu yerde hastalanıyor veya sağlamken sakatlanmışçasına yaşıyor. Ve nice sakatlığı, arazı, bize göre engeli olan insan da çalışıyor. O yüzden önemsemiyorum ıvır zıvır ağrımı.
Bitmek bilmeyen seyahatler, çocuklarımın yaşları itibariyle yaşadıkları sınav ve okul seçim dönemleri derken stresle birlikte antrenman kalitem istediğim gibi olamadı. Yine de, 2009’dan beri tutarlı antrenman yapmamın bedenimdeki etkisi tartışılmazdı. Her geçen gün sanki daha güçleniyordum.
Ne çocuk ne iş… Bir yandan da canım hayatı yaşamak istiyor benim. Sürekli askeri nizam antrenman yapamıyorum. Düzeni çok aksatmıyorum ama. Yani en büyük tutarsızlık için de bile, minimum antrenman düzenimi koruyorum.
Yazı Yalıkavak’da geçireceğimden, ve yarışa Bodrum’dan kalkıp gideceğimden malzemelerimi Dubai’den gitmeden önce eksiksiz hazırlamaya çalıştım.
Bu arada, ailecek Emre Tok’la buluştuk. Öyle şanslıyım ki, Emre Dubai’ye taşındı. Gitmeden önce yapmam gereken her şeyi tek tek tek anlattı. Hangi otelde kalmamın iyi olacağından tutun, yarış öncesi nelere dikkat edip oradan ne malzeme alacağıma kadar her şeyi söyledi. Emre ayrıca tüm aileme, bana nasıl destek olabilirler, yarış nasıl bir şey, neden bu kadar önemli, nasıl unutulmaz bir şey yaşayacaklar konusunda da deneyimlerini anlattı.
Açıkçası, Emre bunları anlatana kadar evdekiler de işin öneminin ve keyfinin pek farkında değillerdi. O buluşma herkesi biraz daha heyecanlandırdı. Emre’nin kendi UTMB, TDS anıları çocukları çok etkiledi, heveslendirdi.
Emre ne dediyse hepsini aynen yaptım. Otel rezervasyonu, uçak biletleri işlerini erkenden hallettim.
Chamonix’ye varış konaklama ve ulaşıma dair
Bodrum-İstanbul-Cenevre THY uçtuk.
Cenevre’den Chamonix’ye otobüsler kalkıyor. Alpine Bus, Easy Bus vs. Otobüs biletlerini Cenevre varışınıza uyan saate göre online alabilirsiniz. Ben elimde olmayan nedenlerle otobüs biletini geç kaldım. İnişten sonra alanda 4 saat beklemek bizi mahvetti. O bileti yakıp Uber aldık. Zaten üzerimde yarış stresi vardı, bir an önce otele varmak istiyordum. Çok boş bir harcama oldu.
Hotel Mercure Centre Chamonix’de kaldık. Otelimizden de, yemeklerinden de, yerinden de memnun kaldık. (Airbnb ile eve gitmek daha da iyi bir fikirmiş)
Araba kiralayabilirdik. Yapmadık. Araba kiralamadığımıza pişman olduğum iki an var. Yarışta ufak bir kaza geçirince sonrasında doktor için Argentiere’e gitmek için zorlandım. 8km’lik mesafe için halk otobüsü saatlerce bekleniyor. UTMB zamanı taksiler dinleniyorlarmış, 1 tane bulunmuyor. Uber zaten yok. Tek çare otostoptu, yaptım. Dönüşte de, sakat ayakla otobüse yürümek kolay olmadı. Yolda gören bir minibüs bizi aldı da öyle gidebildik. Herkes hep süper yardımcı.
Gezmek için gelmeden online indirimli teleferik biletleri alınabilir. Yarışanlara özel indirimler de var birçok yerde, sormayı ihmal etmeyin.
Chamonix’de kılık kıyafet rahat. Herkes yarış öncesi şipidik terlikle geziyor. Restoranlara da spor gidebiliyorsun. Bu spor ortamlarını bu yüzden de çok seviyorum.
OCC Yarış kiti, göğüs numarası dağıtımı için bilgiler
Orta mesafe ultra maraton dedikleri OCC 56km, 31 Ağustos 2017 sabah 08:15 de, İsviçre’de Orsiere kasabasından start alıyordu. Kaydınız tamamlandıktan sonra organizasyondan her konuda, hava durumu bilgilendirmesi dahil, düzenli mail alıyorsunuz.
- Yarış kiti ve göğüs numaranızı nereden almak istersiniz, seçin
- Yarış sabahı için ulaşımınızı ayarladınız mı, tıkla seç, gibi gibi.
Yarış kiti teslim ve çanta kontrolümü Chamonix’de yapmayı seçtim. Her yarış için ayrı bir gün belirlenmiş o yarışa dair kitler o gün o saatlerde dağıtılıyor. OCC koşan, gidip TDS kit dağıtım saatinde kitini alamıyor.
OCC yarış kitini Chamonix’den almak için bize 30 Ağustos Çarşamba, saat 10:00’dan itibaren Centre Sportif adresi verilmişti. Burası hemen yarış fuarının arkasında kalan kapalı bir alan. Tabelalarla yeri belli. Hiçbir yeri bulmak zor değil zaten, küçücük kasaba.
Yarış sabahı starta ulaşım için de Chamonix-Orsiere otobüsünde yerimi erken saate ayırttım. Chamonix-Orisere arası 1,5 saat kadar sürüyor. Gece uyuyamayabilirim; ama kesin otobüste uyumak iyi olur diye düşündüm. Organizasyon, yanınızda gelen destekçiler, aileniz için de otobüsleri kullanmanızı öneriyor. Hem çevreye hem trafiğe saygı anlamında. Sistem süper işliyor. Siz hariç, 13 yaş üstü herkese ücretli.
Yarış kitimi aldıktan sonra, çocuklarıma da benimle aynı otobüste yer ayırttım. Hava ve yarış koşullarından dolayı, 3 yaş altı çocukların parkurda kontrol noktalarına gelmesini önermiyorlar. Çok haklılar. Aslan Cem 13, Destina 17 yaşında. Ben koşarken başlarının çaresine iyi baktılar, ancak beni gördükleri ilk kontrol noktasında 4 saat yağmur, dolu, çamur, ayaz altında beklemişlerdi. Akşam finişe geldiğimde sudan çıkmış balık gibiydiler. İkisinin de elleri donmuştu. Hiç şikayet etmediler. Sadece ertesi gün öğlene kadar uyudular. Gurur duyuyorum onlarla.
Yarış öncesi – 29-30 Ağustos 2017
Chamonix’ye vardığımızda akşam üstüydü. Odaya yerleş, çık dışarı azıcık keşfet yaptık. Starta yakın bir kafede bir şeyler yedik. Start alanını görünce, of of of. Heyecan tavan yaptı.
“Mideni bozma, soslu şeyler yeme” uyarısını en az 15 kişiden aldığım için temkinliydim. Bugüne kadar midem hiç bozulmadı. Yine de laf dinlemeye kararlıydım. İçki kesinlikle söz konusu değildi. Son 10 gündür hiç alkol almamıştım. Ama nasıl bir ortam var anlatamam, ah ulen bir bira, bi kadeh şarap nasıl güzel olur diye diye gezindim. Bu keyfimi yarış sonrası bıraktım. Ortam, tam Arda’lıktı. Gelebilse bayılacağını düşündük çocuklarla. Sabah irtifaya azcık uyum sağlayabileyim diye, erken kalkıp koşmak istiyordum.
Destina’yla erken kalktık. Uyyyy hava buz gibi geldi bana! 3,5-4km kadar şehrin etrafında koştuk. Tren istasyonunun yanında gördüğüm diklik beni bi ürküttü. Göğe çıkıyor sanki teleferik. 300-400metre koştum orayı yukarı doğru, nefes nefese kaldım. Psikolojik bi engel de vardı sanki kafamda. Serinlikten diye düşünmeyi tercih ettim.
Otele dönüp kahvaltı edip fuar alanına ve meşhur Ravanel Mağazası’na gidip tüm eksiklerimi hemen tamamlamak istiyordum. Yağmurluğumun uygun olduğunu biliyordum; çünkü aynı zamanda Raidlight Türkiye distribütörü olan Emre’den almıştım. Uzun kollu üst için ayrı gramaj, tayt için uzunluk, kafa lambası için şu kadar lumens zorunlu deniyordu. Nasıl sıkılıyorum bir şeyim eksik/yanlış olacak diye anlatamam.
Havanın yarış günü çok bozacağına dair sürekli bilgilendirme vardı. Hayatımda soğuk hava diyeceğim ama -o da tam soğuk değildi ki!- bir kere 2013 İznik Ultra’da yağmur ve çamur gördüm, 1 kere Geyik koşusunda çamurda soğukta koştum, bir kere de Kapadokya Ultra Trail 110km için startı sağanak ve çamur içinde aldım, o kadar. Ne yağmur, ne çamur, ne dolu, ne soğukta koşma tecrübem ve antrenmanım yok. Benim için büyük bir bilinmeyen. Bedenim nasıl cevap verir, kendimi nasıl koruyabilirim, malzemem yeterli mi?Kafamda binlerce sorular sorular sorular.
Emre bana Petzel veya Silva marka kafa lambası ve UTMB’nin baton taşıma kemerini mutlaka almamı söylemişti. Severek aldığım sarı kırmızı Leki batonlarımı doğru kullanmayı beceremeyip kendime veya bir başkasına saplamak gibi trajikomik bir korkum vardı. Uçları acayip sivri ve keskindi. Yanımda Diamond marka batonlarım da vardı, onları mı kullansaydım acaba? Eldivenlerim suya dayanıklı değildi. Ellerimi korumalıydım. İçime giymeyi düşündüğüm en sevdiğim Lululemon pembe uzun kolludan da emin değildim. Ya organizasyon kontrolde kabul etmezse ne yapacaktım? 1500 kişilik kuyruğa yeniden mi girecektim?
Of yani! İnsanın hiç bilmediği bir yerdeki ilk tecrübesi aşırı çok bilinmeyenli bir denklem
İyi haber ise şu; Chamonix’de her mağaza, her eczane ve her süpermarket bile UTMB’de farklı kategorilerde koşacaklar için gereken zorunlu malzemelere dair bilgilendirilmiş. Eczane’ye bandaj sordum, bana ne koşacağımı sordu, OCC deyince hemen doğru bandajı verdi. “Sizce başka neye ihtiyacım olabilir? dedim, arnica içeren (doğal bir ağrı kesici) homeopatik bir ilaç verdi, yarış öncesi, sırası, sonrası alabileceğimi söyledi. Eylül sonunda bu sefer çok hazır olduğum ve yapmak için hasretten öldüğüm Likya Yolu Ultra Maratonu için de aldım.
Ravanel Spor Mağazası’na giriş ve alışveriş
Adamlar kapılarına “Tecrübe Bilgi Destek” yazmışlar, aynen öyle. Bence bir de burada herkes çok yakışıklı yazmalılar. Çok ciddiyim. İçerisi derya! Herkes bir içim su diyorum kızlaaaar! Gerçi tüm Chamonix çok hoş sporcu dolu. Dağcısı, koşanı, kayakçısı, rüzgar paraşütçüsü Allaaaah ne istersen var. Güzele bakmak sevapsa, Chamonix sevap cenneti.
Ravanel mağazası nefis ve cebe zarar. Gerçi o malzemeleri tek seferde aynı yerde nerede bir de indirimle bulacaksın ki? En güzeli gözü kapat, dal. Ne sorarsan cevapları var. Islansa da çok hızlı kuruyan ve iyi koruyan eldiven aldım. Cebinde ekstra koruması da vardı. Üst üste geçiyor, hem pratik hem de hafif bir şey. Tam OCC içinmiş. Müthiş işime yaradı. Dualar ettim satan çocuğa. Hiç ama hiç üşümedi ellerim.
“Leki mi Diamond mu?” dedim, tereddütsüz “Leki” dediler. Ucuyla ilgili komik korkumu söyledim, dalga geçmediler. İçimi rahatlatmak için keçi patisine benzer bir plastik kap verdi o hoş çocuk. “Dilersen ucuna tak koş. Ama göreceksin bu keskin uç çok iyi saplanacak zemine ve çok rahat edeceksin.” dedi. Aynen de öyle oldu. O uçları hiç kullanmadım ve batonlarım süperdi.
Kendime Likya Yolu Ultra Maratonu ve benzerleri için uyku tulumu baktım, ama hepsi çok soğuk hava koşulları içindi. Almadım.
Yağmur kesin geliyordu, fazladan panço aldım; hem çocuklara hem kendime. İyi ki almışım hepimizi kurtardı. Acil durum battaniyesi iki tane daha aldım. Yanımda iki tane taşımayı, kalan ikiyi de çocuklara vermeyi planladım.
Yolda OCC’de yarışacak arkadaşım Merve Ülker’le karşılaştım. Bi sevindim ki anlatamam!
Merve kaşla göz arasında bana uzun taytla başlayacağını, kısa kollusunu giyip kolluk takacağını, bu aklı ona Nesrin İşseven’in verdiğini söyledi. Süper fikirdi evet, ve ben neden düşünememiştim ki! Heyecandan kafam durmuştu. Koşarken fazla ısınmak ve sıcaklamak en berbatı. Kat kat olmak, kollukları çekip kolları korumak, çok sıcak gelirse de indirip serin kalmak en iyisiydi.
“Tamam” dedim, “aynen ben de yapıyorum. Merve sen çok yaşa!”.
Ve o an dank etti, benim kısa kollu tişörtüm de bu dağ havasıyla hayli alakasız. Ben kimsenin kullandığı koşu malzemelerini kullanmıyorum. Millet bas bas “Mont Blanc size gerçek yüzünü gösterecek” diyor, “ekstrem hava koşulu geliyor” diyor, ben Dubai Çöl gülü malzememle hey maşallah, pek hazırım.
Ama Lululemon da acayip rahat ettirdi beni. Ucuzluk bulunca komik rakamlara ne bulduysam almıştım. Kısa kollum, uzun kollum hep Lululemon. Soğuk hava malzemesine hiç ihtiyacım olmadı ki!
Hadi yine Ravanel’e git Yonca! Orada bi adam bana X-Bionic diye bir marka önerdi. Pembesini denedim. Nasıl rahat ettim. Hem indirimdeydi, hem de OCC koşacak olduğum için ek %10 indirim hakkım vardı, aldım.
Taytım da Lululemon, uzun ve çok cepli bir tayttı. Dizleri kapatan tayt zorunlu malzeme. Ya giyeceksin, ya çantana alacaksın. Uzun ve taşımak yerine giymeyi tercih ettim.
Emre Tok bana: “Yonca Chamonix minicik bir yer, insan fark etmeden sağa sola gidip çok yoruluyor, fazla dolanma, bacaklarını yorma” demişti. Ben çocuklara otele dönelim dediğimde saatim Garmin Fenix5, 26bin adım attığımı söylüyordu. Yuh!
Teleferikle “yukarı” çıkma kararı aldık. Starta yakın bir Turizm bürosu var. Oraya gidip en kısa yollu bu işi nasıl hallederiz diye sordum. “Brevent’a çıkan teleferik sürekli dönüyor, sıra yok, bekleme yok” deyince, hiç başka şey düşünmedim, buydu istediğim. Turizm bürosundan yukarı 5 dakika kadar yürüdük, Brevent çıkışlı, gidiş-dönüş biletimizi aldık ve çocuklarla çıktık.
Amaaaan o da ne!
Deli sarp bir dağ ve patikalarda dağa tırmananlar, koşanlar, çıkanlar inenler. Ağzımız açık kaldı. Bildiğin düz duvara tırmanan dağcılar dağın üzerinde sanki minnacık karıncalar gibi. Muazzam bir manzara ve cesaret. Birinci durakta indik, Mont-Blanc’a baka baka ikinci teleferiğe binip Brevent’a çıktık. Fotolar çekip restorana oturup yemek yedik. Ah ulen bira! Ah ulen bira patates olacaktı tam şu anda!
Mont-Blanc şahaneydi. Esas Aiguille Du Midi tarafına çıksak olay manzara o tarafta ama, sıra bekleyecek halim yok. Biz burda 2500metrede iyiyiz. İrtifaya alışıyorum işte.
Sonra şehre indik, Likya Yolu Ultra Maratonu standına gidip Ecem ve Özgür’ü ziyarete gittik. Onların orada olması beni inanılmaz rahatlatan bir şeydi. Hem çocuklar bir şey olursa onlara ulaşabilirdi, hem de en büyük zorlukları onlarla aştım. Varlıkları şans ve büyük güç benim için.
O sırada Fırat Kara geldi. Meğer bir gün önce, onların kaldığı evin önünde Rüzgar Paraşütü yapan bir genç çatılarına çarpıp düşüp vefat etmiş. Çok etkilenmişti doğal olarak, ki anlatırken biz de çok kötü olduk. Dağın manzarasında inanılmaz bir görüntüydü, ne cesaret ne inanılmaz bir tutku diye aramızda konuşmuştuk. Çocuğun çok sevdiği şeyi yaparken ölmesini düşündük.
Fırat UTMB, yani 171km koşacaktı. O sırada zaten TDS koşanlar dağdaydı. CCC start alacaktı. Hava gitgide bozuyordu. Hatta benim cep telefonuma organizasyondan sms geldi: “Hava koşulları kötüleşecek, özellikle yarış günü öğleden sonra yağmurun şiddetlenmesi bekleniyor” diye. Uyarı veriyorlardı, insanlar kendilerini ve malzemelerini ona göre hazırlayacaklardı. “UTMB parkuru revize edilebilir” gibi konuşmalar vardı fuarda. Fırat bana tecrübeleriyle fikir verdi. Kendime göre planım şekilleniyor, güvenim geliyordu. Ortama da, alışıyordum. Fırat’la o sohbet bana çok dokundu. İnanılmaz derecede babama benziyordu. Çocuklar da şaştı kaldı. Gözlerim dolu dolu konuştuk aramızda. Gözleri, konuşma tonu, vurguları resmen babamla aynıydı. Ne ilginç…
Raidlight standına uğradım. Çantamın içine suluk yedekledim, son 4 senedir aynı plastik hazne değişme zamanı gelmişti. Zorunlu malzeme olarak minik su kabı isteniyordu ondan aldım. Yarışta hiç kullanmadım ama zorunlu dendiyse, alınır, taşınır. Sırtımda su taşımaktan vazgeçmiştim. Ön yan cepler için 500ml 2 tane suluk aldım. Hatta 2 tane de yedek aldım, çok kullanıyorum, eskiyor.
UTMB standından çocuklara ve kendimize hatıra tişört, üzerinde UTMB yazan mobil şarj aleti (küçük olduğu için çok kullanışlı geldi) buff aldık. Ben bir de Emre’nin dediği o baton taşıma kemerinden aldım ve ba-yıl-dım!
Nefis bir şeymiş, süper kullanışlı. Bütün yarış en çok o işime yaradı. Cepleri de var. Hayat boyu işe yarar. Yarış sonrası ve uçaklarda çok faydasını gördüğüm için kompres toparlanma çorabı aldım.
Çocuklar acıktı, “Anne sen kendin rahat bakın, bizi merak etme” deyip yemeğe gittiler. Sonra otelde buluştuk. Ben sürekli malzemelerimi planlıyordum. O gece fena sayılmayacak bir uyku çektim.
Gerisin geri kaçmak istiyorum!
Sabah erken kalkıp çanta kontrol sırasına girmeye giderken ne kadar gergin olduğumu anlatamam. Önceden gözüme kestirdiğim La Paniere adlı pastaneye gittim. Fransız havası, dağı ve kahvaltısı diye içimden geçiriyordum. Bir yerin kültürüyle eş hareket etmeyi hem seviyorum, hem de oraya o uyuyorsa vardır bir nedeni diye düşünüyorum.
Kendime bir pain au chocolat, bir croissant ve bir de cafe allonge istedim. Pencereden dağa doğru bakıyorum, önümde kahvem. Korku geldi üstüme. Gözlerim doldu, ağlamaklıyım…
“Ya Yonca ne yapıyorsun kızım sen ya! Her türlü hal var. Çocukların ne olacak sana burada saçma bi şey olsa. Olmaz ama, hayat bu. Otele dönünce onlarla toplantı yapıp her türlü koşul için plan ve hazırlık yapmalıyım. “Continuity plan” yani “devam planı”, kriz planı, acil durum planı ve kutlama planı. Hepsi hazır olmalı. İçim rahat etsin. Onları düşünerek koşmak mantıklı ve doğru değil. Hem onlar, hem ben güvende ve huzurlu olmalıyız.. düşüncelerindeyken arkamda Türkçe konuşulduğunu duydum. Hemen döndüm. CCC startı alacak Borga Akvardar ve arkadaşı. Sohbete başladık. “Siz Bakiye Duran’ı yazan Yoncasınız değil mi?” deyince onlar, o kadar mutlu oldum ki! “Biz çok severiz Bakiye Duran’ı, hep hakkı teslim edilmiyor diye üzülürken siz yazınca çok mutlu olduk, teşekkür ederiz.” dediler. Ben artık o an ölecektim mutluluktan. Borga daha önce de koşmuş buraları çok iyi biliyordu. Havanın giderek bozuyor olmasına dikkat çekti. Bari bir Aladağlar koşmuş olabilseydin dedi. Ciddiyeti beni de ciddileştirdi. Benim Dubai’den sıfır irtifadan geliyor olmamla ilgili endişesini dile getirdi. “Kimse kolay olacak demedi. Dikkat et zorlanacaksın. Mutlaka iyi bir uzun kollun olsun, bu dağ insanı mahveder” dedi. Uyarısını ciddiye aldım. Teşekkür ettim.
Artık uzun kollumun hiç bu dağa uygun olmadığına emindim. Koş kızım Ravanel’e!
Kapıdan girince kırk yıllık arkadaşları gelmişçesine karşıladılar beni. Uzun kollumu da indirimimi de hemen aldım. Kit dağıtımına 40 dakikam vardı.
Mağaza Müdürü olduğunu öğrendiğim ve yine adını unuttuğum güzel kadın, UTMB katılımcılarına olan özel indirimi uygulamak için ad soyad, kategori ve nereden geldiğimi sorduğunda “Türkiye” deyince durdu ve “olağanüstü bir ülkeniz var! Ben bir kere gittim ve o kadar iyi karşılandım ki, hiç unutamıyorum. Çok korkuyordum gelirken. Unutulmaz bir zaman geçirdim. Ülkenizde olanlara çok üzülüyorum. Hiç hak etmiyorsunuz bu yaşadıklarınızı. Türkiye’den çok katılımcı var bu sene, ne oldu da bu kadar gelen var?” deyince, kısaca bizde de çok iyi ultralar olduğunu, puan aldığımızı ve buraları anlatan arkadaşlarımızın bize cesaret verdiğini söyledim. Çok ilgilendi. Yarışların adlarını not aldı. Bana sarıldı ve bir buff armağan etti. Yarıştan sonra ona mesaj atmamı, nasıl geçtiğini merak edeceğini söyledi. Sarılarak ayrıldık.
Ne güzel değil mi? Şu an yazarken gülümsüyorum ve kartını kaybettiğim için sinir içindeyim.
Hazırım. Koşarak salona çanta kontrole gittim.
Çanta Kontrol – Kit dağıtımı – Sms servisi – Ulaşım biletleri
Centre Sportif’de sıraya girdiğimde panik ve “Ya ne işim var benim burada? Ben neden kalkıştım bu işe, bu kura nasıl şak diye bana çıktı, ve her yerim ağrıyor, hele sol bacağımdaki ağrı bak iyice azdı. Eğer bu ağrı varım diyorsa yarış yaklaştı, hayalet ağrıdır bu. Gerçek ağrı olamaz.” düşünceleri bastı. Bütün sabah geri geri kaçsam diye düşündüm.Herkes öyle süper koşucu tipli ki!
Ayol belki onlar da benim için öyle düşünüyor. Nitekim biz buraya gelmeyi hak ettik.
Sıraya girdiğim yerin hemen sağlı sollu her yerinde listeler. İsim-Soyad göğüs numaran ve koştuğun yarış adı. Kendimi gördüm, sevindim. Duygulandım. Kalbim gümbür gümbür atıyor.
Her şey tıkır tıkır ilerlemeye başladı. Hala nasıl korkuyorum çantamdaki malzemelerde sorun çıkacak diye. E bir de Luna’larla koşuyorum. Gerçi Luna Sandaletlerle UTMB koşan ve bitiren çok var. Ama bir kere daha sorup emin olmak istiyorum.
2 kadın, biri İngilizce biri İtalyanca konuşmak isteyenleri soruyor. Bir başkası elime broşür ve 2-3 tane plastik poşet verdi. “Parkurda çöp atmak kesinlikle cezaya neden olacak, bu poşetleri kullanın. Çöpten kastimiz her şey” dedi. Birisine: “meyve kabuğu, çekirdeği dahil atık yok!” dediler. Benim için zaten her zaman böyle. On kilo çöpüm olsa yine taşırım, atmam.
Sıra bana geldiğinde elime bir liste verdiler, bir de sepet. “Masaya geçip bu kağıttaki malzemeleri çantanızdan çıkarın, yağmurluğunuzu açın ve her şeyi sırasıyla yerleştirin” dediler.
Kafamda jaws müziği çalıyor yeminle! Dın tın dın tın dın tın… Geliyor…
Düdük – çantama takılı zaten
Suluk 1lt – 2 adet 500ml’lik hazır
Yağmurluk – Raidlight uzun kollu ve gereken ağırlık ve spesifikasyonda, tamam
Tayt – uzun
Üst – uzun kollu
Buff – var
Kafa lambası – Petzel Actic Core 350lumens, yedek 3 pil tamam
Acil durum battaniyesi – 2 tane
Bandaj – var
Kimlik – tamam
3 ülkede geçerli telefon sim kartı – çalışıyor
Hepsini o sepete sıraladım. Sepet kontrolümü bekliyorum.
Salona bir baktım, her yer gönüllü ve yaş ortalaması yüksek. Gençler bilgisayarlı işlerin başında, çanta ve malzeme kontrolü büyüklerde. Biri takılırsa yarış direktörleri var onları çağırıyorlar, ve sistem ilerliyor. Sıra bana geldi, sepetimi uzattım.
Kadın tek tek her şeyime baktı. Yağmurluğumun kollarını yokladı. İçine kolunu soktu. Şapka kısmına baktı. Ağırlığına baktı. Aynısını uzun kollu üstüm için de yaptı. Telefon sim kartımın üç ülkede geçerli olup olmadığını sordu, teyid ettim. “Acil durum telefon numaralarını kaydettin mi? dedi, “hayır ama bu gece yapacağım” deyince, “Hayır şimdi bu numaraları kaydet, göreyim.” dedi. Hemen yaptım. Formu onayladı, kitimi almak için bir sonraki standa yolladı.
Orada formu benden alan Bey, zarf içinde göğüs numaramı getirdi. İçimden alkışlamak geldi. Pek bi ciddi ortam vardı yapmadım ama, bana zarfı veren adam “yarış boyu bu kadar gülümsemeniz her şeye yetecektir” dedi. Ağzım kulaklarıma vardı. “O iş bende Amcaaaa!” dedim. (Fransızca böyle demedim tabi, şu an kendi çevirime güldüm :)
Ve beni “drop bag” -yani starta bırakacak olduğum finişte alacak olduğum malzeme çantamı- almak için diğer standa yönlendirdi. Çantamın içinde tişörtümü de aldım ve hemen “sms” kuyruğuna girdim.
Seni takip edenlere, sen her kontrol noktasından geçtiğinde “sms” atan ücretli bir sistem. Çocuklar yalnız ve beni nerede bekleyecekler bilemediğimden hem Destina için, hem de Arda için kayıt yaptım. Böylece onlar herkese haber uçurabilirdi. Üzerimden koca yük kalktı.
Sms’cinin yanındaki “ulaşımcı” sırasına girdim. “Çocuklarımla aynı otobüste starta gitmek istiyorum” dedim, “Hay hay” dediler. Sadece 2 noktada buluşmak için anlaşmamızı tavsiye ettiler. “Yoksa ya otobüsü ya sizi kaçırırlar” dediler. Destina 17 yaşında olduğu için büyük sayıldı, kardeşini de ona emanet aldılar. Bu iş de tamam.
Geriye dinlenmek ve koşmak kaldı. Ha bir de çocuklarla hayati planlar.
O sırada OCC koşacak bir başka arkadaşım Aytek Sermet panikle beni arıyordu. onun da kızı Ecem yanında gelmişti. Ona da otobüs ve sms olayının yerini gösterdim. Otele, çocukların yanına döndüm.
Hemen Brevant teleferiğine yürüdük, bekleme yapmadan ikinci durağa çıktık ve restorana çöktük. 2,5-3 saat orada bi şeyler okudum, not aldım, çocuklarla hayati planları yaptık ve sevgili Kümülüs bulutlarının nasıl da çatır çutur geldiğini gözlemledik.
Bu arada TDS de koşan arkadaşlarım vardı. Aklım onlardaydı. CCC nasıl olacaktı, peki ya UTMB?
Dağlara baktıkça neler hissettiğimi ve sapıkça “ulen Mont-Blanc bu UTMB elbet bi gün koşulacak!” diye içimden geçiriyordum. Çocuklarla olan sohbetimiz, olağanüstüydü. Her şeyden çok etkilenmişlerdi.
Teleferik dönüşü direk otele gidip erkenden otelde yemek yemeğe karar verdik. Hava hayli serinlemişti. Hatta azıcık yağmur çiseledi. Anam anam geliyor hava diye gülme tuttu beni. Çocuklar sürekli soru soruyordu. Yağmur artarsa, hava soğursa ne yapacaktım? Her şeyi bilmek istemeleri, sordukları sorular bana çok iyi geliyordu. Onların sorularına cevap verirken aslında olası her şeye bir çözüm hazırlıyordum.
Otelde açık büfe mangal vardı. Yolda La Paniere’den aldığım zeytinli ekmeği yemiştim. Otelde büfeden patates, salata ve sebze sote yedim. Pek hoşuma gitti.
Çocuklarla Hayati Planlar
- “En kötü durumda”: Bana bir şey olur da ölürsem dahil; kapsamlı sağlık, sakatlık, ölüm sigortam olduğunu söyledim ve belgelerin fotoğrafını aile grubumuzda paylaştım. Uzunetap’dan Ecem ve Özgür’ü aramalarını, onların her türlü yardımda bulunabileceğini hatırlattım. Ayrıca, bana ulaşan bir takipçim Cenevre’de kurumsalda güçlü bir konumda olduğunu, her türlü ihtiyaç anında yardımcı olabileceğini söylemişti. Onun da adını ve cebini çocuklara verdim. Konsolosluk, Büyük Elçilik telefonlarını verdim.
- “Sakatlık, bitirememe, durdurulma” durumunda: o ana gelene kadar konuşmuş haberleşmiş olacağımızı, ne olursa olsun, kutlamaya yemeğe gideceğimiz konusunda anlaştık.
- “Arayıp ben bırakıcam!” dersem: “Ultra Kitap’daki Aykut Çelikbaş’ın fikri geçerli, son kararımdır.” dedim. “Anayasamızın ilk 3 maddesi tartışmaya kapalıdır. Bırakmak kararının aklıma gelmesi bile tartışılmaz. “Anne devam ediyorsun, karar bu. Gerekirse organizasyon seni durdursun!” diyeceksiniz dedim. (bunu sıkı sıkı Damla’ya da tembihledim)
Anlaştık.
Starta beraber gidecektik. Bunun için saat 3:03 de kalkacaktık (ben rakamların sihirine inandığımdan kendime göre rakamları seçip alarm kuruyorum) Beni görmeye Trient kontrol noktasına gelmelerine (26.km) ve oradaki duruma göre Vallorcine’de buluşmaya (36km), sonra da Chamonix’de finişte karşılamaya karar verdik. Herhangi bir nedenden dolayı en ufak bir sorun olursa hiç düşünmeden insiyatif kullanıp ilk araçla –gerekirse otostop- direk Chamonix’ye dönecekler, beni finişte bekleyeceklerdi.
Anlaştık.
Finişte kop kop kop yapacaktık! Raclette ve süper bir kırmızı şarap ödülümdü.
Anlaştık.
Yarış öncesi gece hazırlık
Malzemeleri, çantamı son kez hazırladım. (10 kere filan hazırladım)
Uzun taytımın sağ ve sol ceplerine, bel çantama, sırt çantama ne koyacağıma karar verdim. Taytımın sağ cebine bayrağımı yerleştirdim. Sol cepte tuzlu çubuk kraker ve çikolatalı Hindistan cevizli protein bar. Ön ceplerde 1litre su. Yağmur ve terden ıslanmamaları için tüm malzememi naylon torbalara sardım. Sırt çantama yerleştirdim. Uzun kollumu, ekstra eldivenlerimi, bere ve Lunalarımın içine giydiğim tabi polar çoraplarımı da naylonladım. Acil durum battaniyemin yanına 1 panço ekledim. Bazen yağmur çok, ama hava iyi, basit naylon panço her şeyden çok işe yarayabiliyor. Belimdeki baton kemerine, 3 adet overstims jel, 1 tane gu, 12 adet minik tuz tableti (saat başı 1 tane), Merve Ülker’in Fissstikk ezmesinden aldım, hurma, tuzlu kuruyemiş karışımı koydum. Annemin kurabiyesini de aldım. Yedek pillerimi taytımın bel kısmının içinde bir cebi var ona koydum. Kolay ulaşmak istediğim her şey elimin altındaydı. 20Euro’yu da taytın diğer iç gözüne koydum. Kimliğimin fotokopisi de tamamdı. Kırmızı rujumu da sabah sürdükten sonra bel çantama koyma kararı aldım. (bu şeyleri 5 kere filan koy çıkart yapmış olabilirim)
Hazırdım. Yattım.
Çocuklar yemekten geldi, Game of Thrones seyrederlerse beni rahatsız edip etmeyeceklerini sordular. Hiiiç rahatsız olmam dedim. Zaten yeterince rahatsızdım. Uyumaya çabaladım. Instagrama baktım. Bi şeyler paylaştım. Uyku tutmadı doğal olarak. Tam uyuyacaktım alarm çaldı.
Yarış sabahı ve nihayet Start
Uyandığımda ayak ucumda bunları buldum. Çocuklar bana bu afişleri hazırlamışlardı. Fark etmediğime göre uyumuşum he he he.
Benim onların yaşında böyle bir bilince sahip olmamı bırak, zaten böyle şeylerden hiç haberim yoktu. Şu yaşadıklarımızın onlara olan katkısını, etkisini düşüneyim dedim ama zamanım kısaydı. “Yonca koşarken düşünür düşünür duygulanırsın canım” dedim.
Kendime çay yaptım. Evden getirdiğim kinoalı granola içine Merve’nin fısstıkk ezmesinden sıkıp sıcak su ekledim. 3-5 kaşık yedim. Çok geldi, devam edemedim. Daha sabahın 3:30’u, akşam yemeği midemde yahu. Yanımda da yeterince gıda vardı. Koşarken yerim. Bi de açıkçası sanırım eskisi kadar çok yemeden de çok uzun dayanıklılığım var. Öyle hissediyorum. Çocuklar kalkıp hazırlanmaya başladı. Hava karanlık. Balkon kapısını açtım, mis gibi serin dağ havası geldi.
Tuvalete gittim ama daha Büyük Bey için çok erkendi. “Elbet o da gelir, şu an kasamıycam” dedim. Hazırız saat 3:50. Kapıdan çıkmadan Destina’nın çocuklukta yaptığı o gizemli “Cesur Poz”dan verdim.
Aslan Cem bana “Anne bayağı cool görünüyorsun” deyince havam tam oldu. Öylesine demez asla. Destina çok mutlu ve süper görev bilinçliydi. O kadar düşünceliydi ki ikisi de, bendeki şımarma ve gurur halini anlatamam. İçim de rahattı. Onları merak etmeme hiç gerek yoktu. Elbet başlarının çaresine bakarlardı.
Odadan tam karar verdiğimiz saatte, 04:00’de çıktık. Karanlıkta otobüs durağına yürümeye başladık, kimsecikler yok. Bi an hiç kimse olmaz mı, herkes yarışa gidiyor olmalı diye düşünüp panikledim. Sonra yolunu kaybetmiş bi yarışmacı ile karşılaştık ve bi de beraber kaybolduk. Neyse ki hemen doğru yolu yeniden bulduk. O an çok stresliydim. Şu kadarcık yerde otobüsü bulamamak da bi bize mahsus, yuh! Zaten kaçıramam otobüsü daha var zaman ama, işte insan istemiyor bu stresleri yaşamak.
Durağa geldik, birinin elinde kahve. Off bi koktu burnuma. Nereden aldığını sordum, “evdeeeen” deyince güldük tabi. Çocuklarla herkesin neler giydiğine bakıp yorumladık. Amma çok Japon ve Çinli vardı. Kısacık şort giyen, don şort giyen, kapkalın upuzun ve kalın giyinen. Herkes başka bir ruh halinde. Bekleyen 30 kişiyse 30 farklı millet vardık herhalde. Harbi olimpiyatlardayız!
Otobüse ilk geleni alıyorlar. Kimseyi bekletmiyorlar. Öncelik o saate bileti olanlarda tabi.
Yola çıktık. Sessiz, karanlık, yolculuk. Çocuklar anında uyudu. Ben de gözlerimi kapadım. Sakin kalmaya, kapalı gözümün önünde beliren parkur haritasında koşmaya başladım.
“Nabzımı 150-155 aralığından bi tık yukarı çıkartmam arkadaş” diye kararlar alıyordum. “Kaslarımda acı biriktirerek koşmak istemiyorum, bütün bir yarışı mutlu, acısız, keyifli yaşayacağım” diye kendi kendime konuşuyordum. Çocukların beni abuk subuk hallerde görmesini hiç istemiyorum. Mutlu ve güçlü bitirmiş olmayı istiyorum! Net.
Merveleri göremedim diye üzgünüm. Hemen mesaj attım. Bi ara uyuyakaldım, uyandığımda Varan Tesisi’ne mi geldik esprisi yaptım kendime, güldüm. Çok saçma.
Orisere’deyiz.
Otobüsten indiğim gibi hemen tuvalete girdim. Işık yok. Cep telefonumdan ışık açtım. Büyük Bey’i hallettim. Oh be oh! Benim canım bağırsaklarım, bana hiç yamuk yapmazlar yarış sabahları. O kadar terbiyeliler. Yanımda tuvalet kağıdımı zaten getirmiştim; ama tuvalet kağıdı vardı. İlk giren de bendim zaten. Aslan Cem 2 kere gelip gidip “anne iyi misin?” diye sordu o süreçte. E çocuk haklı. Beni ilk defa tuvalette uzun kalırken görüyor, hem de kapkaranlık bir tuvalette.
Bir spor salonu sığınak haline döndürülmüş. Ben sokakta start bekleyeceğiz sanmıştım. Ne ilkelim! Çocuklar beklerken donacak diye çok korkmuştum. Yok yahu burası nefis! Salona girip yukarı çıktık kiiii; üzümlü kek, ekmek, kahve çay ne istersen var. Millet uzanmış yerlere; uyuyan, kahvaltı eden, sohbet eden dolu. Biz de çay-kahve aldık. Ben o cevizli üzümlü ekmekten de aldım kahveme bandıra bandıra yedim, offf pek güzeldi.
Giriş katında Umut Can Temiz’le karşılaştım. Umut Can Temiz olabilir mi bir insanın adı soyadı. Yüzüne bakın, adı soyadı zaten. Nasıl da heyecanlı. Canım genç!
Sonra Aytek ve kızı Ecem geldi. Bir köşeye oturduk başladık sohbete. Umut Can gerçekten çok iyi çalışmış ve hazırlanmıştı. Heyecanı yüzünden, gözlerinden, sesinden belliydi. Aytek bir rahat ki sormayın. Bana “sen abarttın bu yarışı” dedikçe, gülüştük –de sonradan Aytek’in hikayesindeki trajikomik detaylar bizi gülmekten öldürdü. Tam çılgın Türk kendisi. “Ben Yonca’yı dinleyecektim-li” sayıklama dolu yarış hikayesini uzunca yazmalı, bir OCC’de ne nasıl yapılmaza ve buna rağmen bitirilebilire en iyi örnek.
O konuşmalar sırasında, sırtımdaki ağır uzun kollu malzemeyi bırakıp hafif Lululemon’u almaya karar verdim. Bir an öyle istedim. Ekstra uzun tayt almıştım onu da bıraktım. Zaten giymişim ya, ne diye taşıyorum. Yanımdaki fazla bisküviyi bıraktım. Sırtım daha hafif, ama daha iyi olmuştu sanki. İçim şimdi rahattı.
Son kez tuvalete gidelim diye bir çıktık ki, kuyruk bin kişi. 20 dakika sırada bekledik. Sıra tam bana gelecekti ki yağmur başlayınca, anında salona geri döndüm. Tecrübeli ultracı büyüğüm Mustafa Kızıltaş’tan öğrendiğim, yarış başlamadan ıslanmak olmaz. Erkenden tedbir alacaksın. Bakiye Duran’da hep öğretti, sorunu ertelemek yok. Anında tedbir. İlk önce ve hemen kendini koruyacaksın. Soruna hemen müdahele edeceksin.
Kendini koru Yonca. Kendini zamanında koru Yonca!
Hemen pançomu geçirdim üstüme. Artık starta yürüme zamanı. Aytek, ben, Umut Can ve çocuklar hep birlikte starta gidiyoruz. Müthiş gururluyum ve çok hazırım!
Start – 30 Ağustos 2017 saat 08:15 Orsiere – Champex-Lac (0-9,7km)
Amma kalabalık bu start! Önlerde başlamak hayal. Erken de geldim. Aman neyse ne. Bir restorana girdim, tekrar çişimi yaptım. Çocuklara da “Trient’a yola çıkmadan belki buralarda takılabilirsiniz” filan dedim. Yineledim, “Baktınız sıkıntılı, her şeyi boşverin. Basın gidin Chamonix’ye. Akşam buluşuruz.”
Start öncesi yarış direktörü bir konuşma yaptı, Fransızca. Konuşmalar hep İngilizce, İtalyanca’ya da çevrildi.
“Sizi sağanak yağmur bekliyor. Hemen şimdi giyinmenizi, erken tedbir almanızı ve kendinizi korunmanızı öneriyoruz. 10 dakika sonra çok geç olacak. Şimdi önlem alın, fırtına sizi takip edecek Chamonix’ye yaklaştıkça şiddetini arttıracak.” dedi.
Hey maşallah! Hayat bildiği gibi gelsin.
Ben hazırım arkadaş. Kafama taş yağsa pamuk gibi hissedecek kadar hazırım. Üzerimde pançom, içinde kısa kollu üstüm ve kolluklarım hiç üşümüyorum. Bir süredir düzenli kullandığım “Kyani sunrise” takviyem var, içtim.
Start için son dakikalar. Aslan Cem ve Destina heyecanlı, “Anne şimdi vedalaşalım” deyip duruyorlar. Start’tan sonra beni görmek derdindeler. Zaten en aşağıda videoda her şey var.
“Hadi Trient da ve/ya finişte görüşürüz” dedik, öpüştük, teşekkür ettim.
Ne garip duygular. Çocuklarımı bilmedikleri bi yerde bırakıyorum, ben nereye gidiyorum. Neler olacak Allah’ım? Yazarken de boğazım yumru içinde. Aslan Cem nasıl bakıyordu gözlerimin içine, “Anne iyisin!” dedi. Destina çok sağlam duruyordu ama, heyecan fışkırıyordu o koca ceylan gözlerinden. “Anne yapacaksın biliyorum!” dedi. Bir kere daha sarıldık. “Kararları unutmayın” dedim.
“Aklımızda” dediler.
“İnsiyatif alıp geri dönüş hakkınızı unutmayın, benim içim rahat edecek” dedim bir kere daha. “Teyzeye bağladın ha Yonca!” dedim içimden, zaten onlar da, “sen merak etmeeeee” dediler. “Tamaaaam! merak etmeyeceğim size güveniyorum” dedim. Vedalaştık.
Yağmur başlamıştı. Sıraya girdim, ilerlemeyi denedim, 3-5 sıra öne geçtim. Beklemeye başladım.
Neval’in sesi geldi o kalabalıkta. Sessizce bakıştık. “Haydi Yonca!” dedi, “Neval uç!” dedim. Müzik çalıyor ama duymuyorum o an. Benim derdim acaba çocuklar beni starttan geçerken görebilecek mi, ben onları görebilecek miyim? Bu analık çok garip. Derdim tam kırmızı pabuç durumu.
Nasıl bir coşku etrafta. Evler zaten masalsı, herkes camlardan ellerinde bayraklarla çıkmış. Yağmuru takan kimse yok. Çocuklar her yaştan ellerinde çanlar, bayraklar alkış kıyamet. Gerçekten, gerçekten sırf bu startı almaya değer! Ne muazzam bir ortam bu! Ben burada olmaya hak kazandım! Bunu yaşamak için çalıştım ve bu hakkı kazandım. Bu startı alan bir avuç Türküz ve ben de onlardan biriyim. Eğer bu OCC böyle start alıyorsa, insan UTMB’de zevkten ölür! (ki UTMB startında harbi kendimden geçtim!)
Aytek ve Umut Can nerede acaba? Mervelerin ekip nerede? Herkesin finişi muhteşem ve sağlıklı olsun başka şey istemem!
Geri sayıııım, 5-4-3-2-1 veeee “Alleeeeeeeeeeez” (Hadi…) alkışlarla start verildi! Nehir gibi akıyoruz o daracık sokaktan yukarı. Duyguların, ortamın, insanların ihtişamı müthiş. İhtişamlı evet. ÇOOOOK ihtişamlı… Vay be vaaaay be!
Sola yanaştım, çocuklar solda olacaktı. Ahhhh işteeeee! Aslan Cem’i gördüm, “Anneeee” diye kısa ve kesin bir sesle bağırdı, of ne güzel be yaaaa! İnsan seliyiz, arkadan akıyor, önden akıyor. Asla duramazsın. Anlık bir göz teması ve devam. İki adım sonra Destina; “ Anneeeem!” dedi. Suratındaki ifade şu an gözümde. Nefis. Resmen yazarken yaşıyorum hepsini silbaştan. Bu yazma işi de başka bir şahane.
Haydi Yonca, başla ve bitir. Koş kızım Yonca kooooş!
4.8km kadar sonra Som-la-Proz diye bir yere varacağız. Sakin koşmaya kararlıyım. Kimsenin, hele de şu su gibi akan kalabalığın gazına gelmeyeceğim. Her yer insan dolu. Alkışlar, çanlar, canlı müzik yapanlar. Trompet çalan, gitar çalan. Ne güzel destek veren insan seli. Çocuklar, yüzlerce çocuk. Her yer sıra sıra çocuk. Of of of. Kasabadan çıkış, dağa doğru dönüş, hafif rampa ve asfalt.
Sağlı sollu insanlar, hala çocuklar, ama ne çok çocuk, ellerinde İsviçre-Fransa bayrakları. Bağırıyorlar “allezzzz Yonka couraaage” (Haydi Yonca cesaret!) Göğüs numaralarımızda isimlerimiz yazılı. Herkes ismimizle sesleniyor. Öyle güzel ki!
Asfalttan ayrılıp tatlı tatlı bir patikaya girdiğimizde yağmur artmıştı. Pançomu giydiğim için kendimle gurur duyuyordum. Soğuk değildi, ama ıslaktı. Ve hala insanlar var destekleyen! Patika çıkmış iki amca kemanla müzik yapıyor, koşanlar onlara teşekkür ediyor… Büyülü yahu bu durum!
Patikalardan tatlı bir çıkış başladı. Bende de bir paranoya. Sürekli nabzıma bakıyorum saatimde, çıkacak mı, çıkmayacak mı diye. Hiç bu kadar paranoyak olmamıştım. Hayatta saatime hiç bu kadar çok bakmadım. O sırada patika daralmaya, çamur artmaya başladı. Neredeyse tek sıraya düşmek üzereydik. Tam o sırada, birden yere bir şey düşürdüm gibi geldi. Bi bakayım dedim, kahretsin pilim düşmüş. Nasıl fırladı ki cebimden. Hemen eğilip aldım. O kadar zor ki durup eğilmek, kalabalık yüzünden zor. O da ne! Rujum da düşmüş. Ya salaksın Yonca sen, nelerle zaman kaybetmek zorunda kaldığına bakar mısın, pes! (kendime çok kızgınım1)
Pili de ruju da aldım. Cebime yerleştirirken bir fark ettim ki, o cepte sadece 2 pil kalmış! Lanet olsun diğeri nerede, bir yerde ara kontrol yapılırsa ve tek pilim eksik çıkarsa bana ceza süresi mi verecekler? Lanet olsun, ve yuuuh bana!
Hemen mesaj attım çocuklara, “Bana 3A pil bulun, Trient’ta sizden alırım.” O 1 pilin doğaya düşmüş olabileceği olasılığına mı kahrolayım, kontrolde eksik malzeme çıkacağım korkusuna mı bilmiyorum. Ama çok asabım bozuldu. Bu aptallığı bunca tecrübe ile nasıl yaparım! (Pili daha sonra aynı cepte buldum iyi mi! Düşmemiş…)
Yola devam. Patika çok güzel. Yağmur artmaya kararlı. Arada sis var. Manzara efsane!
8.km civarı durduk. Daracık ve eğimli bir patikada, çamur deryası içinde resmen trafik tıkandı ve tek adım atamıyoruz. Bekle bekle bekle. 5 dakika durdum ve dayanmadım yüksek sesle sordum: “Bu bekleme normal mi? Başka bir şey mi var?”. Cevap hep bir ağızdan geldi: “Normal, patika dar, ama bu kadar dar başka patika olmayacak. Mecbur bekliyoruz.”
Emre Tok tam da bundan bahsediyordu. Hep haklı hep haklı. Kulakları çınlayarak patlayacak anlaşıldı.
15 dakika kadar beklemiş olmalıyız, çok uzun sürdü. Bu arada o dar ve dik yerde kaymamak ve düşmemek için çok çabaladık. Sıkıntıdan bi şeyler çekip İnstagram’a koydum. Ve “şimdi herkes bak kendini yoruyor diyecek, oysa ben şu an beklerken sıkılıyorum.” diye düşünüyordum. Bir tane hurma yedim, yanında da tuzlu fıstık. Su içtim. Kahve olsa tam olacak ha!
O an etrafımda “yaşı büyük insan” sayısının çok olduğunu fark ettim. Bu kadar kalabalık bir yaş grubu buradaysa yaşları o kadar da büyük değil, veya yaş al sana ne kadar göreceli kavram filan diye derin düşüncelere, ülkemle kıyaslamalara girdim. Bu bekleme sırasında birkaç kişi ile sohbet ettim. En az kırk kere Fransız değilim Türküm diye açıklama yapmak zorunda kaldım. Göğüs numaramı, ve Türk bayrağını görenlerin kafası karışıyordu. Fransızcam sağolsun, anam babam sağolsun dedim içimden.
Patika açıldı nihayet ve başladık tırmanmaya. Yağmur kudurmaya başlamıştı. Çamur da!
Zemine baktıkça gözümün önünde hep Likya Yolu’nu al, üstüne çamur dök fikri vardı. Çikolatalı Likya Yolu bu. Zemin, ortam benzerliğine, ağaçların ve ağaç köklerinin kayalıklarla olan halinin Likya benzerliğine şaşırıp duruyorum.
Bir ara patikadan çıkıp kısa bir asfalta geldik. Oraya geldiğimde, üzerimdeki pançonun göğüs kısmında, yırtarak bir delik açtım. Çok sıcaklamıştım. Kendimce klima deliği açtım. Ve işe yaradı. Organizasyon o an fotoğrafımı çekmiş. Çok komik bi tipim. Bu ne neşe arkadaş? 🙂
(Bu arada yanımdaki tuz tabletlerimden yaklaşık 1 saatte bir tane düzenli şekilde alıyorum)
Asfalttayken, dolu çıldırdı. Yüzüme yediğim dolu dayağına gülme tuttu. Gülmeyip ne yapayım? Yonca, gerçekten zor durumlarda gülme tutması kafası neyin kafası be güzelim.
Bu pançoyla bu iş buraya kadar. Kontrol noktasına az kaldı, hemen orada çöpe atarım. Bence acilen sen artık yağmurluğunu giy kızım üstüne. Tabi bu dolunun alnı gabağına üst baş değiştirilmez, kafanı sokacak bi delik, bi çatı altı görürsen, orada değişirsin güzelim. Hadi devam.
1km kadar sonra minik bir kasabaya geldik. Solda bir market vardı. Çatısının altında durup pançoyu çıkartıp taytımın cebine sokuşturdum, çantamın en tepesine kolay ulaşılır şekilde koyduğum yağmurluğu çıkarttım. Hızlıca yağmurluğu giyip buffla kulaklarımı kaplayıp kafamı korumaya alıp çantamı taktığım gibi koşmaya başladım.
Sağolasın Mustafa Kızıltaş, sağolasın Bakiye Duran. Tecrübeli ultracıların dediklerini dinleyeceksin arkadaş. Var bir bildikleri. “Üşümeden, hipotermi riskini almadan kendini koru. Islanırsan bekleme değiştir.” demişlerdi. Ellerin üşümesi ile ilgili uyarıları da kulağımdaydı. Ellerim henüz iyi durumdaydı.
Bu arada geçtiğimiz patikada batonlarla boğuştuğumdan, artık batonlara da alışmıştım.
Kervan yolda düzülür tamam da, yeni aldığın farklı tipte batonu böylesi bir yarışta ilk defa kullanarak yolda alışmaya çalışmak da ayıp yani Yonca. Da… oldu işte artık.
Derken bi patikada bir aile, çocuklarıyla sırf destek vermek için duruyordu. Birkaç yerde de, akordeonu flütü ile gelenler vardı. O kadar zor bir yere gelmişlerdi ki sırf destek vermek için, inanamadım. Zaten patikalar koşan dolu. Yani yarış dışı o gün orada koşanlar da var elbet. Yarışın hiçbir anında hiç yalnız değilsin. Ve sen zor çıkarken birisinin gelip seni sollayıp o koca dağı yukarı koşuyor görmek, nasıl desem… ay bilemedim ne desem…
Champex-Lac 9.7km, 1470metre irtifa noktasına, saat 10:09’da, 25 dakika erken geldiğimde çamurdan bir salyangozdum. Sinir içindeydim; çünkü daha iyi gelebilirdim. O patikada o kadar beklemek kötü oldu. Çok hızlı davranmak zorundayım. Kaybedecek zamanım hiç yok. Yağmur kafayı yemiş. Dolu görmeyeli yıllar var. Hadi hadi hadi!
Göz gözü görmüyor. İleride kontrol noktası çadırına ilerliyorum. Suluklarımla bir ilişki kurdum, sadece sağdan veya soldan içiyorum. Böylece sadece boşalanı dolduracağım. Zaman kazandıracak bana. Çadıra girdim, ortam çamur deryası ve çok kalabalık. Aklıma o an Kapadokya Ultratrail 110k yarışındaki ilk kontrol noktası geldi. Evet yaaa, ortam bana birden orayı hatırlattı. O tecrübelerin hiçbiri boşuna değilmiş işte. Boşuna puanlı yarışlar değil hiçbiri.
Suyu doldurmak için elime aldım, soda çıktı. Ya ne alaka ya burada soda. Fransızlar çıldırmış olmalı!
Su nerede? Su neredeeee? Hah su şişesi işte. Gözlerimin görmemesi ne sinir! Suyu doldur çok konuşma. Suyu doldurdum. Flaskımın kapağı yok! Bi önceki masada bırakmış olmalıyım. Ah be Yonca, ya bulamazsan! Panik yok panik yok. Sakin. Aaaa ne oldu bana böyle yahu? Neyse buldum. Tak koş. Hadi hadi hadi hadi! Çadırdan çıktım, karşı çadır uyku için. Offf CCC, TDS, UTMB demek burada dinleniyor. Tüylerim diken diken. Ben de olucam bi gün bu çadırda! Bak ne iyi oldu OCC koşunca bazı şeyleri öğreniyorsun işte. Hep tecrübe yavrum. Sol cepten tuzlu çubuk krakeri çıkarttım, bi avuç attım ağzıma. Of nefis geldi. Su içtim azıcık. Ve bir jel aldım.
Champex-Lac tabelası önünden geçerken “Saint-Bernard köpeklerinin Anavatanındasınız!” yazıyordu. Ne şirin tabela! Bir de Saint-Bernard fotoğrafı var. Heidi ve Peter bi de Büyük Baba olsa tam olacak ha yani. Ya bana ne! Ben bunun önünde hatıra fotosu istiyorum. Bir foto beni finişten almaz be ya! (belki o 1 dakika ile o şapşik adamla karşılaşmazdım!)
Durdum fotoğraf çektim ve koşmaya devam.
Ve o fotoğraf yok. Yok kardeşim! Ben eminim çektim. Aha yazarken de gözümün önünde o sahne. Ama çekememişim. Yağmurdan ne yaptığımı bilmiyorum ki! Çeke çeke şu fotoyu çekmişim.
Önümde hafif bir iniş var. Eğim ve zaman limiti tablosunu basıp yanıma almıştım, arada ona bakıyorum. Bilinçli hissediyorum. (bilinç dedim resmen ve güldüm yazarken 🙂
4,7km koşmuş ve de Plan-De L’Au denen yere geldiğimi, tabelayı görünce anladım. Oraya gelene kadar gittiğim patikada nasıl bir sel götürdü anlatılmaz. Kafamı kaldırıp patikalara bakmaya çalıştıkça gülüyordum. Bi ara havayla konuştum, “ya bi sakin, bu ne şiddet bu celal” filan dedim. Dinleyen kim!
Çoğu yerde zemin ve ortam aynı Likya Yolu Adrasan veya Paratoner Ormanı inişi gibi. Ağaç dalları, kökleri, taşlar ve çamurdan öyle bir kaygan ki, sanırsın çamurda kayak kayıyoruz. Al Paratoner Ormanı’na, yağdır yağmuru, olsun çamur deli gibi, al sana OCC.
Plan De L’Au kontrol noktasında görevli adam iyi bi şey söylemiş olabilir; ama ne adamın dediğini duyacak halim vardı, ne de cevap verecek. Gülümsedim, geçtim.
La Giete çıkışı
Önümde 500metre kazanım olacak, irtifa artacak. 6km sıkı bir tırmanış ve La Giete denen zirveye varış için çıkıyorum. Pardon tırmanıyorum. Bir tür örümcek kadınım aslen şu anda.
1884metre irtifaya varacağım ve o ana kadar toplam kazanımım 1625metre olmuş olacak. Toplam kazanımın yarısı. Ve dikkatimi çeken şey şu, gerçekten çok iyi hissediyorum. Sıcak insana daha kötü davranıyor. Soğuk, eğer kendini korursan, yönetimimi sanki daha rahat bir durum. Şu ana kadar yaşadığım bunu söylüyor bana. Öte yandan, gerçekten üzerimde irtifa etkisi görmüyorum. Nabzım mükemmel. Hissettiğim de. Hiç koşmamışcasına iyiyim. Ve bunları fark ettikçe mutluyum.
Ben kafama bu tırmanışı, beni bir sonraki ve en yüksek irtifa olan Catogne için hazırlayacak tırmanış olarak yazmıştım. Temkinli, tutarlı bir şekilde tırmanmaya kararlıydım. Nefes nefese kalmadan, ama sermeden. Nitekim kafamda verdiğim kararla da ilerliyorum. Nabzım nefis. Neeefis. Nasıl güçlü ve iyi hissediyorum. Sürekli beni buraya hazırlayan ve puan aldığım yarışları düşünüyorum. Koşmaya başladığım andan, bugüne hayatıma giren herkesin adını alfabetik olarak sıralama yapıyorum kafamda. Karar verdim, sırf onların adıyla teşekkür yazısı yazıcam. Çok karar verdim. Kesin yazıcam. (kendi kendime sürekli konuşuyorum, kararlar, fikirler… insanın koşarken ne güzel ve ne rahat bir zamanı oluyor her şey için)
Koştuğum o yarışlar da boşuna UTMB için puan vermiyor işte. Ne kadar ciddi ve kaliteli bir iş. Ne kadar güzel hazırlamış beni her biri buraya. Canım memleketim. Bir tane de, buraya puan veren memleket ultraları listesi yazmalıyım. Okuyan herkese kılavuz olsun.
İznik Ultra, Ultratrail Cappadocia, Likya Yolu Ultra Maratonı… Tammmm da bu üçünün nefis bir karışımının içindeyim şu an. Yahu Yonca, aslında biraz daha asılsan resmen çok daha hızlı gidecek gücün de var be kızım. Ama olsun dur, sakin. Bak sonraki çıkışları bilmiyoruz. Sonradan kesilmeye değmez.
Saat olarak Garmin Fenix5 kullanıyorum. Nefis bir becerisi var-mış, şu anda fark ettim, Yüklü rotada Navigate ederken, tahmini finiş saati veriyor. Bu şekilde devam edersem 20:03’de finişteyim. Tam istediğim gibi. Çocuklarla nefis bi yemek, acayip kutlarız. O şarabı böyle nasıl mutlu içicem! Peynir de yiycem işte. Hah bak aklıma eğer peynir geldiyse belli ki canım tuzlu bir şey istiyor. Tuzlu çubuk kraker, hurma atayım ağzıma.
Attım.
Batonlarımdan çok aşırı mutluyum. Artık resmen bir hayvan gibiyiz birlikte. 4 ayaklı bir hayvanım beeen! Derken sağımda solumda çok fazla çan sesi duyunca bir baktım inek sürüsü. Bu inekler bence çok mutlular; çünkü hiçbir yerde onları kısıtlayan bir şey yok. Dağ bayır onların otlanıyorlar. Bi de bayağı büyükler. Tabi ki ineklere selam çaktım. Hal hatır sordum.
La Giete’e vardım. 20,8km. 1884metre irtifa. Saat: 12:34, 4 saat 19 dakika oldu. Burası için verilen zaman limitine 1 saat erken geldim. Hala risk. Yorgunluk da hava koşulları da kötüleşecek. Zaman kaybetme lüksüm yok. Ben biliyorum bu aman nasıl olsa erken geldim kafasını. Çok tehlikeli kafa. Devam… Hiç üşümüyorum, ama sırılsıklamım. Kardeşim bu nasıl yağmurluksa üstümdeki, asla içeri su geçirmiyor ama ben terden sırılsıklamım. Acaba üstümü değiştirsem mi? Yok.
Çocuklar bu havada beni aşağıda Trient’da bekliyorlar. Orada gereken kararı alırım, hem sıcak çorba olacak. Şu an kendimi soğutmak aptalca. Bu noktada sen yine suyunu doldur, ağzına bir şeyler at ve devam kızım. La Giete’den Trient arası 4.8km iniş.
Trient inişi
Aman tanrım! Hayatımda böyle abuk güçlü esen bir yamaç rüzgarı görmedim. En son nerede rüzgar gördün Yoncaaaa? 🙂
Bu rüzgar bana çocuktum, Uludağ’da kayaktaydım onu hatırlattı. Bir de sis indirmiş ve bu acayip şeyden yağmıştı. Hani kar değil, dolu değil, yağmur değil ama çarpınca keser ya insanın yanağını. Ay neydi bunun adı yaaa? O işte. Ondan yağıyor. Jilet gibi. Erkek olsam traş ettiydi kesin. Ne keskin bir rüzgar. Solumuz dağ yukarı. Sağımız aşağıya uzayan bir koca bayır. Biz o patikada inci gibi dizilmiş insan zinciri, herkes Nazım’ın “Rüzgara Karşı yürüyen Adam” şiiri gibi. Kendime uzaktan baksam mezarındaki o heykel gibiyim. Ne güzel bir benzetme geldi aklıma… Şu patikalar insanı şair de yapar işte.
Direnerek devam ediyoruz. Kafamdaki şapkayı iyice sıktım. Derhal derhal derhal şimdi eldiven giyiyorsun Yonca. Ya acaba sümüğüm mü dondu? İnsanın sümüğü donabilir mi acaba? Sümük tuzlu bi madde değil mi? Nasıl donsun? Geç donar, hemen donmaz. A be Yonca, sümüğüne edeyim! Sümük düşünürken toton donacak. Hadi hadi kes, eldiven tak! Çantamdan eldivenleri ve hatta üst koruyucularını çıkarttım. Hayli zor giymek. Ellerim üşümüş farkına varmamışım. Rüzgar ayakta durmamı zorlaştırıyor. Patika eğiminden de durmak zor, arkadan gelene yol vermek gerektiği için de zor. Yer dar. Umrumda değil şu an, bu eller o eldivene girecek. Yağmurluğun içindeki kolluklarımı yukarı kaldırdım. Daha sıcak hissediyorum. Hareket halinde kalmalıyım. Oh be iyi geldi eldivenlerim.
Start öncesi soğuk için uyarılarda demişlerdi ki, “tepede bekleme dinlenme yapmayın, aşağıya inin, hareket halinde kalın.”, ben de aynen yapıyorum bak. Bravo Yonca.
İlk defa korktum yalnız. Bu nasıl bir hava. Emre demişti, Mont Blanc size gerçek yüzünü göstermeye hazırlanıyor diye. Offf UTMB nasıl olacak? Bu daha da beter olacak diyorlardı. Olacak iş değil. Aytuğ, Alper, Elena, Fırat.. hepsi nasıl koşacak bu deli dağ havasında… Yapar onlar. Yapar.
Bu patika çok zor geçti, tamamen rüzgar ve suratımı kesen o yağış yüzünden ve kafamdaki bilinmeyen endişesinden. Sürekli kendime, “Devam et Yonca devam et Yonca devam et Yonca, çocuklara az kaldı çorba da var çorba da var çorba da var” mantrası yaptım. “Heidi ve Peter beni bekler, Heidi ve Peter beni bekler”.
Solda bir şey görüyordum. Dağlar arasında sanki buzdan olma şelale. Tam da seçemiyorum Ama nasıl güzel bir şey. Baka baka hal oldum anlamak için. Fotosunu çektim.
Trient öncesi son 2km tarifi zor bir çamurdu. Balçık. Bataklık hatta. Önümde arkamda sürekli düşen vardı. Bazıları ise, sanırsın yılan. Nasıl da kıvrılarak koşuyorlar dağdan aşağı.Tıkır tıkır gidiyorlar. Onlara baktıkça asabım bozuldu. Bi kızı taklit ettim, ilginç bir teknikle iniyordu. İki adım taklit ettim, düştüm. Kalktım. Sen kendi bildiğin gibi koş Yoncacım.
Yine Emre bak aklımda. Ya Emre git bi başımdan yahu! Bana “Yonca çıkış çalışmayı bırak. Çıkıyorsun anladık. Ama sen esas arkadan bastıran varken inebiliyor musun ona bak. Bu yarışta inebilen zaman kazanır.” demişti. Cevap veriyorum: “Haklısın, inemiyorum!. Sözüm söz Emre, dönücem sürekli bir yerden inicem. Hep inicem. Ama devamlı inicem. Koşarak iniş çalışıcam söz Emre!” Kafamda Emre ile konuşarak inmeye devam ettim. Bu arada beni geçenlerin çoğunluğu en iyi ihtimalle 60 yaşında filandı. Nasıl kıskandım o insanları, bizim 60 yaş insanımızı düşündükçe, hırslandım. Memleketteki insanlarımızın nasıl da emekli olup kendilerini hiçbir şey yapamaz gören insanlar halinde kapattıklarını düşündüm. Eve, televizyona hapismiş gibi. Dönünce Annemi bir dağa götürücem, hadi koşuyoruz diycem. Kesin yapar. Sadece denemdi. (böyle şeyler düşünüyorum. E n’aaapıyım?)
Trient’a yaklaştığımızı artan destekçi sayısından anladım. İnsanlar ters yönde sırf destek vermek için yokuşa dizilmişlerdi. Milli Park gibi bir yerden geçiyorduk. Tabelalar, hatta işaretler bile Likya’yı andırıyordu bana. Amma özledimmmm.
Son 1km içindeki çamur resmen tuzak gibiydi. Bileğimi geçen derinlikte çamur. Pes pes pes. Ayaklarımın ne kadar rahat olduğuna, ve nasıl da hiç üşümediğine kendim de şaştım. Ne de olsa bugüne kadar Luna Sandaletlerimle HİÇ böyle bir hava koşulunda deneme yapmamıştım. (her şeyi denemek için Dünya Zirvesi’ni seçmem harika oldu şahsen:)
Trient’a az kalınca, çocuklara mesaj attım, geliyorum diye. Ne haldeler bu hava çok merak ediyorum. Nerede bekliyorlar? Dondular mı acaba? Bu keskin şey onlara da yağdıysa ve açık havada kaldılarsa, resmen işkence.
Çamurdan çıktım, asfaltı gördüm, o da ne? Deli ya bu adamlar! Solda bir yol ayırmışlar koşanlara, çamur içinde! Yahu biz neden şu doğru düzgün zemine giremiyoruz ki, at gibiyim. Atım ben at. Beygir. Merdiven çıkıyoruz, çadır yukarıda. Herkes “Alleeeeez courage” diyor, bayılıyorum bu insanlara. Şu havada koşandan fazla destekleyen var ve her yerdeler.
Birden “Annee!” diyen Aslan Cem’in sesini duydum. Ah be yaaaa! Üzerinde panço, kafasından sular akıyor! Ama yüzündeki gülümseme, şa ha ne! Canım çocuk.
Gördüğümdeki halim, kalbim enfes. Yanıma geliyor. Video çekiyor. Sağda yalak gibi bir şey var. Hemen ayaklarımı soktum o suya, ayaklarım yıkansın, çamur aksın. Çok iyi geldi o buz gibi su, motor gibi ısınan ayaklarıma serinletici etki nefis. Çamur da aktı gitti. Sıfırlandım işte.
Destina az ilerideymiş, koştu geldi. Ağzı kulaklarında. Sudan çıkmış balık olmuşlar ikisi de; ama bana moral veriyorlar. Gözlerinin içi gülüyor, hiç de şikayetçi değiller. Vallahi bravo!
Trient eşittir 26km ve ben saat 13:32’de geldim. Toplam 5 saat 17 dakika oldu. Zaman limitinden tam 1 saat önce burada olmayı başardım. Evet bence başarı. Hadi be kızım! Hızlı davran. Erken geldim havalarına girme. Kontrol noktasında çadırdan içeri girdiğimde, çocuklar bana çorba nerede, masada ne yiyecek var şak şak söyledi. Daha iyi rehber ve destek olamaz. Profesyonel bu çocuklar.
Kulaklığımı Aslan Cem’e verdim. Sanki ne müziği dinleyeceksem, yanıma kulaklık almışım. Bu noktada yapacaklarıma dair aldığım bütün kararlarımı tek tek uyguluyorum. Çoraplarımı çıkarttım, polar tabi patiklerimi giydim. Hayatımda ilk defa onlarla koşacağım. (ha bak bu da ilk deneme) Off nasıl da yumuşak ve sıcacıklar. Nefis. Kırmızı renkleri de bana Boğa gücü versin. Üstümü değiştirmeyeceğim. Üstüm iyi. Çorba içeceğim. Suluklarımı dolduracağım. Kendime çeki düzen vereceğim. Yolda birilerinin attığı jellerin çöplerini almıştım. Üzerimde biriken çöpleri çöpe atacağım. Çorba için sıraya girdim.
Gönüllülerin yaş ortalaması 70 ve üstü. Onlara genç olanlar yol gösteriyor. Her biri 6 ay gönüllülük eğitimi alıyorlarmış. İşte bunun adı medeniyet ve kültür! Bunları daha çok anlatmam gerek bize. Evde boş duracaklarına, eğitim alıp işe yarıyorlar. Eğer bizim insanımız da görürse, duyarsa, bilirse “neden ben de yapmamayım” diyebilir. Ölene kadar işe yarayacak olduğun bir şey var. İlla para kazanmak için değil. İşe yaramak duygusu insanı hayata bağlar; ve bu duygu seni her türlü hastane masrafından kurtarır. Nokta!
Çorbanın içine masada ne varsa kattım; makarna, tuzlu kraker, peynir. attım. Offff! Tuzu bu kadar kıvamında olabilir mi! Hayatımda bu kadar iyi çorba hiç içmedim. Resmen hüüüpleterek içtim çorbayı. Halis Eniştem veya Erol Eniştem gibiyim şu an. “Hüüüüp hüüüp Ooohhhhhh” çeke çeke içtim.
Bu arada Aslan Cem, “Anne, Vallorcine ve Chamonix otobüsüne tam 1 dakikamız var.” dedi, Destina: “Anne neye ihtiyacın var? Vallorcine’de buluşuyor muyuz?” deyince, “Hayır! Chamonix’ye dönün. Beni finişte bekleyin hava kötüleşiyor. Daha fazla sürünmeyin, yetişin otobüse!” dedim.
Destina ısrarla: “Anne emin misin biz çok iyiyiz, Vallorcine’e de gelebiliriz.” dedi, “Hayır, içim rahat etmeyecek, rahat etmek istiyorum. Basın gidin. Finişte görüşürüz.” dedim. Aslan Cem ablasına gecikiyoruz, koşmamız lazım diyordu, basın dedim. Öpüştük.
Bana “Çok cool ve acayip iyi görünüyosun, bitti bu iş Annecim” dediler ve gittiler. Hayatımda başıma gelen en muhteşem anı.
Gözlerinde okuduklarım, onların saatlerdir beni burada, bu bilinmeyen ortamda beklemeleri. Orsiere’den buraya gelmeyi başarıp takım olmaları. Bana hiçbir şey yansıtmamaları. Sıfır vızıltı. Düşünsenize, “Anne donduk” deseler ben o an bırakırım yarışı! Yok, onlar bana profesyonel destek verdiler. Nereye nasıl gidiyorlar, ne yapıyorlar düşünmüyorum bile. O kadar rahatım, güvendeyim, güveniyorum!
Çorbamı bitirdim. Ağzıma bir muz dilimi, iki portakal dilimi attım. Yepyeniyim. İçim acayip ısındı.
Kudur ulan Mont-Blanc. Sen mi keçi ben mi!
Trient – Vallorcine 26km-36km arası – Ah o Amca!
Çadırdan çıktım hemen çıkış başladı. Sert ve en yüksek yere çıkış burası. Catogne, Les Tseppes noktası 2065metre irtifa. Toplam kazanım 2500metreye varacak.
Çorba, tuz, çocukları iyi görmek hepsi bende resmen bomba etkisi yaptı. Dağı yukarı koşamıyorum belki ama hayli iyi çıkıyorum. Önümde arkamda oflayan poflayan var, bende tık yok. Ben susuyorum, ve devam ediyorum. Batonlarıma aşığım. 4 ayaklı bi hayvanım. Çatır çutur çıkıyorum. Danalar filler gibiyim. Ve inanılmaz iyi hissediyorum. Les Tseppes zirvesine, 30.6km’ye vardığımda saat 14:58’di. 6saat 43 dakika toplam süremdi. 1 saat 22 dakika kadar erken gelmiştim. Verdiğim molaya rağmen, sandığımdan da hızlı geçmiştim çıkışı. Ulan Yonca, Dağ Keçisisin be sen, dağ keçisi! Çıkışına kurban yavrum be! Haydi şimdi inişe… Emre’nin dediği gibi şu inişe azcık daha önem versem, resmen uçuyorum abiiiii!
Çamurda kayak yaptınız mı? Ciddi soruyorum. Resmen çamurda kayak bu. Koşu filan değil. Yonca kız, çamurda ayaklarınla kayak kayıyorsun resmen. İnce bir patika. Yine yamaç. Yine o manyak eden rüzgar. Offf ama bu nasıl esinti. Ne esintisi! Rüzgarın babası bu, delirmiş mi ne! Tanrılar çıldırmış olmalı ahanda bu işte. Ya dur Baba, bi dur! Yine de iyi durumdayım. Bas bas bas!
Patika inişinde aşağıya baktığımda 4 kişinin düştüğünü gördüm. Aman dedim, dikkat. Bi yerde arkamdan birinin hızlı geldiğini duydum, hafifçe sağa çekildim, sol taraf eğim olarak yüksekçe, sağ taraf yamaç aşağı, patika resmen ancak tek kişilik. Yılan gibi döne döne inen patikayı biz de kıvrıla kıvrıla kırmızı balık geliyor şeklinde iniyoruz. Ben de zaten o şarkıyı söylüyorum.
Sağda yeşillikler var. Ama çamur o yeşilliğin üzerinde buz pateni yaptırıyor. Keşke Luna Mono yerine Luna Oso giyseydim. Tam bu havanın modeliydi onlar. Kafama edeyim, yanımda getirseydim ya evde bırakacağıma. Değiştiremeyeceğin şeyi düşünmek, kayıp. Biz işimize bakalım. Koşmaya devam.
Arkamdan hızlı gelen kişi, o adam, beni sollarken kaydı. Bana çarptı, tutunmak istedi, beraber yumuşakça yere yapıştık. Adam özür diledi, ben de güldüm. “Sorun yok” dedim. Yine gerilla oldun Yonca, çamurdan dövmelerin var yüzünde. Tam “Forrest Gump Vietnam’da” sahnesiyim bence. Bi Baba Gump eksik!
Amca koşarak uzaklaştı. İnsanın asabını en bozan şey senden bunca yaş büyük Amca hatta Dede Nene diyecek olduğun insanların basıp gitmesi. İnanılmaz güçlüler.
Yarıştan sonra tanıştığım organizasyon görevlisi İtalyan kadın, bana: “Artık 70ime geliyorum. Hepimiz oturduk ve “eskisi kadar uzun mesafe antrenman yapmak istemiyoruz” dedik, “OCC’yi öyle başlattık. Daha az antrenmanla daha kısa mesafeiyi biz de koşabilelim” diye. Şaştım bu dediğine, ama şimdi yazarken anlıyorum ne harika ve zekice. Onların 70 yaş üstü rahat koşalım diye 56km yarış yapıyor, biz koşmak için perişanız hale bak!
Yok ya, ben de perişan değlim şahsen. Bayağı iyiyim.
İlerliyorum. Yeşilliklerin üzerine basarak gidenleri gördüm. Bazı yerlerde çok akıllıca. Hem kurular, hem çamursuz. Zıp zıp gidiyor insan. Ben de yapıyorum, acayip de zevkli. Dağ Köstebeği oldum tam. Hatta birkaç tane delik gördüm, kesin buradalar. Bazı yeşiller feci çamur. Patikadan da kaygan. Yavaş gitmek zorundayım. Hiç alışkın değilim bu zemine. Aaaa o adam, hani demin beni düşüren, bak sağa çekmiş duruyor. Hayret bi şey. Ne oldu işte o kadar aceleyle geçtin gittin. Duruyorsun işte. Tipik İstanbul şoförü kafası. Göz göze geldik. Geçtim gittim. Aradan bir süre geçti, 32.km’ye geliyorum.
Arkadan yine hızla gelen birisi var. Patika dar. Sağa kaydım yine, doğru. Geçsin gitsin. Acayip geriliyor insan arkadan hızla gelen olunca ve sürekli gelen var. Gelen geldi, ayağını gördüm önce, sol ayağını patikanın yukarı eğimli kısmına bastı, o ayağı kaydı olduğu gibi, sendeledi, bana doğru kaydı, küüüt düştüm, adam da düştü ve sol bileğimin üzerine resmen bütün gücüyle oturdu.
Beynimde ateş topu patladı! Yangın çıktı sanki bilekte. Alev topu.
Yazarken ağlamak geliyor içimden! Nasıl bir korku içimde… Ne olur kırılmış olma! Ne olur… sakın sakın sakın! Şu an yazarken, bir yandan da daha sonra düşündüğüm gibi, “İyi ki düştük!” diyorum. Çünkü o sayede inanılmaz bir GECE koşusu yaşadım dağda. Fakat bana çok büyük bir aşkın ertelenmesine neden oldu. Likya’da ultra yapacaktım… nasıl hazırım… nasıl güçlüyüm…
Ah… Ah… Ah…
Adam bin tane özür diledi, “iyi misin? diye soruyor. Duymak bile istemiyorum dediklerini. Derdim kendimi ayağa kaldırmak. “Bileğim kötü..” dedim, ayağa kalktım. Bir iki kişi de yardım etti bize. Ayağımın üstüne bastım. Basabiliyorum ama belli ki bir tatsızlık var. Off yapma! Yapma… ne olur yapma… Çok mutluydum ben! Dağ keçisiyim! Allah’ıyım tüm keçilerin!
Feci sinirliyim, “2 kez aynı şekilde geçip beni de düşürdüğünüze göre bir şeyi yanlış yapıyorsunuz! Biraz sakin!” dedim. Kırk tane özür diledi. Olan oldu ki!
O an en iyi kararım çorabımı indirip bileğime bakmamak oldu. Daha önce bir yarama bakıp asabım ekstra bozulduğu için beynimin oyununa gelmiştim. İnsanın morali hadsiz bozulabiliyor. Hiç gerek yok şu an abartı duygulara. Hazır bileğim ayağa kalkmış basıyor, ayaklarım ve ben sıcakken devam etmek en doğrusu. Daha fazla durup hipotermi riski alamam; çünkü kafadan esen rüzgar da yağmur da devam ediyor. Moralimi bozamayacağım. Zaten bir şekilde kontrol noktasına varmam gerek. Burada kim ne yapsın beni. Havanın soğuk olması da iyi. Bir kaç yerde buz gibi dağdan akan suyun kenarından geçmiştik, gördüğüm yerde bileğime kadar o suya sokar, buz tedavisi yaparım.
Sen çözümcüsün Yonca. Hadi kızım. Üzülme. Devam.
Likya Yolu Ultra’nın son günü sol ayağıma giren feci ağrı yüzünden çantamdaki yedek şortu dizlerime indirip emekleyerek devam edip finişe varmayı düşünmüştüm. Yine aklıma aynısı geldi. Bakiye Abla bana “ağaç dallarından koltuk değneği de yapabilirdin” demişti. Ben bunu hiç düşünmemiştim. Ama şimdi aklımda hepsi. Batonlarım şahane. E tamam işte. 2 çözüm cepte. Zaman da var. Gidebildiğimce giderim, olmadı emeklerim. Zamanım var. Zamanım var. Zamanım var.
Çocuklarla finişte buluşucam, İyi ki Vallorcine’de değilller. Böylesi hayırlı olmuş. Heidi ve Peter beni bekler, haydi Yonca, laga luga yok. Çözümsüz değilsin, kırık yok, çok şükür çok şükür çok şükür! Eğer kırık olsa şu anda ayakta duramaz, adım atamazdın. Hadi kızım. Hadi kızım hadi kızım.
O andan itibaren müthiş bir güç geldi bana. Kararım karar. Devam.
Moralim çok bozuldu aslında ama, bozmuyorum. Saatim 20:03 varış öngörüsünü sürekli 2 dakika 3 dakika 5 dakika ileri atmaya başladı. Bakmayacam ulan saate maate! Finişe gelene kadar bakarsam şaşı olayım.
Benim kalbimden öte ne saati var. Tıkır tıkır işliyor kalbim de bacaklarım da. Devam ettiğin sürece gideceğin yere gidersin. Bu kadar. Daha yeni koşmaya başladığımda bir Alman gelip bana: “her zaman daha yavaş ve daha kısa koşabiliriz. En azından hiçten çok ve uzundur” demişti. Aklıma o geldi.
Canım yanmadığı zaman daha iyi gidiyordum, ama bi an geliyor nasıl bi yere basıyorsam ayyy yanıyor bilek. Şiştiğine eminim. Şiş ulan şiş istersen kafam kadar ol. O şişme bileği koruyor zaten. Ödem oradaki adale, yumuşak doku neyse işte onları koruma mekanizması bünyenin. Şu bünye ne mucizevi kardeşim. Bunları düşünerek ilerliyorum.
Başladım ailemle, Kuzenbirlik ve Triatlon grubumuz Yüzbinkoş ile whatsapp mesajlaşmasına. Biraz sohbet ve moral istiyordum. Lak lak istedi canım evet. Kafamı dağıtmak için.
Saat 17:00.
Damla’ya olayı özet geçtim. Burkuldu ama iyiyim dedim. Kimseye demeyelim henüz, dedim
Vallorcine’e geldiğimde, yani 36km’ye, saat 16:39’du. 8 saat 15 dakika toplam sürem. Her şeye rağmen, 1 saat 15 dakika erken geldiğim için yaşadığım sevinci anlatamam. Müthiş bir umut ve güç. Buz gibi bir dere suyu vardı. Bileğime kadar soktum içine. Nefis geldi nefis! Al en iyi tedavi…
Hemen çorba aldım yine aynı şekilde, içine tuzlu kraker bastım. Peynir attım. Biraz da kahve aldım içtim. Sularımı doldurdum ve bir anda kafamda şimşek çaktı. Yahu ben hiç çiş yapmadım ki!
A aaaa… Hiç bana göre bir durum değil. Çişim mi yok, yoksa bi terslik mi var. Yapmam lazım. Tuvalete gittim. Çişimi yaptım. Hayli koyu sarıydı. Daha fazla su içmeliyim. Bir sonraki noktada çiş yapmaya karar verdim. Bu kadar koyu sarı çiş böbreklerim yoruluyor demek bence.
Önümde minnacık bir tatlı tırmanış vardı. Bitmişti olay. Hadi…
Col des Montes – Argentiere – La Flegere, 36-44km arası
Bu kadar şahane bir yerden geçilemez. Yemyeşil, sisler arasında masal ülkesindeyim. Hala biraz lak lak ihtiyacım var. Tablo gibi bir yerlerden geçiyorum ama görmeniz lazım. Masallar ülkesindeyim. Alis Harikalar Diyarı mı desem, Harry Potter mi?
Ağaçlardan heykeller yontulmuş. Öylesine, doğanın ortasında.
Montroc diye bir yere vardığımda, güzelliğinden delirmek istedim. Bileğimi filan unuttum. Birazcık ineklerin, koyunların çıngıraklarının sesini kaydettim Yüzbinkoş’a yolladım.
Damla’dan uyarı geldi. “Kararlıydın, konuşmayacaktın. Telefonu bırak konsantre ol” diyordu. Gülme tuttu. Sanırsın Muhammad Ali’nin koçu. Çok ciddi. “Sen daha iyi bilirsin ama; bence daha fazla telefonla oynama” dedi. Gülüm de aynı ciddiyette yanında, tasdikledi. O sırada seslerini duymak çok iyi geldi. Meğer Destina whatsapp grubu kurmuş, herkesi anında haberdar ediyormuş.
Montroc sokaklarında bir yerden geçerken bir koşucu durdu, banka oturdu kamerasını tripodu ile kurdu ve: “Şu anda geçtiğim yerin güzelliğini anlatamam. Sırf burayı yaşamak için 1 saat durabilirim. Srf bu anı yaşadığıma değer bu yarış” dedi.
Cümlesini bitirmesini bekledim. Yanına gidip “Söylediklerinin altına imzamı atarım!” dedim. Fotoğrafımı çekmesini rica ettim. Çekti.. de acaba adı neydi?
Damla’ya anlattım; “Hayret oturmamışın 1 saat” dedi. Ben de hayret ettim açıkçası, ama Heidi ve Peter beni bekliyor. En azından bunun bilincindeyim yani. Aferin. Bende gelişme var.
O ara çektiğim fotoğraf, ortamın güzelliği, ne kadar koşulabilir bir patikayı topallayarak da olsa koşarak geçebilmek müthiş iyi geldi.
Argentiere’e 18:19 da geldiğimde moralim de bileğim de iyiydi. Hava henüz aydınlıktı. Ohh akşam üstü 5 çayına yetiştim diye sevindim. Kahve mi içsem, çay mı bi türlü karar veremedim. Kahve aldım. Kraker attım ağzıma, sevdiğim çikolatalı protein barımı ödül gibi keyif için saklamıştım, ondan ısırdım 2-3 ısırık. Fazla geldi taşımama gerek yoktu, attım. Önümde son sert ve uzun çıkış vardı. Hafiflemek istedim. (Az bile hafiflemişim) Sularımı tazeledim. Dikleştim, haydi Keçiiiii dedim.
İtalyan bir çift vardı, bir süredir arkalı önlü gidiyorduk. Bir de Hintli bi adam ve İngiliz bir kız. O Hintli taaa nereden beri sürekli sandaletlerle koştuğuma inanamıyor, sürekli soru soruyordu. Yol boyu hayretini kaç kere dile getirdi, yeminle unuttum. Adam kendi koştuğunu unuttu, bana sürekli müthişsin deyip duruyor. İtalyan çift dağı elele çıkıyordu bi ara. Onları izleyerek gittim. İçime işledi o elele çıkışları. Aşk, hem de burada, tam önümde, izlemesi en güzel film.
Sonra durdular. “Bu çıkış çok fena, çok uzun, nasıl bitecek? dediler bana. Ben de onlara, “ayol bu son, geçer” dedim. (Ayol’u ingilizce nasıl demiş olabilirim ki? :)) C’mooon, this is the last one, we’ll get over it, dedim aslında :P)
Ben onlara bu cevabı verirken bilinçsizmişim bence. Ben ne ker bela bir şey olduğunu hiç ama hiç anlamamışım. Hayır o kadar ay bu eğim tablosunu, parkuru inceledim durdum. Neden La Flegere olayına hiç önem vermemişim ki!
Bi ara saatim sanki %47 eğim dedi gibi gördüm, hemen ekranı kapadım. Yalandır o… olmaz öyle eğim. Ben halüsinasyon görmüş olmalıyım. Hala kontrol etmedim bu bilgiyi inanın.
(şimdi bizim UTMB whatsapp grubuna bi cesaret sordum: Hakan Kerimoğlu: “ben aşağıdan yukarı baktım, süperdi.” dedi. Merve Ülker: “Hatırlanmak istemeyecek kadar çok, yaz.” Yonca dedi. Umut Can Temiz: “2km’de 320metre falan çıktık. Aytek Abi’yle hesapladığımızda %40 civarı bi şeydi galiba.” dedi.)
Ve anladım ki Garmin tabi doğru söylemiş. Obaaaa diyorum sayın ultraokur! (Bu arada hala okuyorsunuz ya helal!)
Yani, şimdi UTMB koşan arkadaşlarım 11bin metre irtifa kazanıp 171km koşarken bu satırı yazmaya utanıyorum ama, yazacağım. Yuh göğe tırmandık resmen! Hayır ben neden hep Les Tseppes çıkışına bu kadar takılmışım ki? La Flegere ciddiyetini düşünmemişim. Zaten içinden geçmekte, pardon düz duvara tırmanmakta olduğumuz ormanın adı da “Bois de la Trappe” Tuzak Ormanı! Adına yakışıyor kesin. Tuzak evet… Dön çık, çık dön, çık çık çık çık. Başın ayrı dönüyor, çık çık çık bitmiyor.
Kafamı yukarı kaldırmama kararı aldım. Bu normal bir çıkış olamaz. yerdeki taşlara baka baka gidiyorum işte.
Bi ara çok dar bir patikada bir aile gördüm. Oğulları 12-13 yaşında olsa gerek, tir tir titriyor. Babası ona buff verdi: “Hadi oğlum tak şunu ve insanları alkışlamaya başla. “Hadi cesaret!” dersen hem sana hem onlara iyi gelir hadi..” dedi, bana kal geldi. İnanamadım bu sahneye.
Ayyyynı biz. Aynı. Sürekli terleme üşütürsün, hapşu dersen zatüresin şekilli aynı biz. Aile üşenmemiş bu deli havada sırf bize destek olmak için bu kör noktaya gelmiş ve vazgeçmiyorlar da yani. Çocuk gerçekten alkışladı bizi orada. Teşekkür ettim. Size inanamıyorum da dedim. E dedim tabi.
Arkamda bir kadın sürekli “daha ne kadar çıkacağız?” diye soruyor, birileri “sorma daha çok var!” diyor. Ben bi ara “birisi umut verebilir mi?” dedim, hiç cevap gelmedi. Tam diyorum artık 500metre kalmıştır, yok, en az 3km çıkıyor. Olamaz!
Arkamdaki İngiliz kızla sen geç yok sen geç muhabbeti yaptık. Kız bana “sen önde kal bana çok iyi geliyor senin arkanda olmak” dedi, ben de ona, “ben işe yaradığımda kendi kendime de iyi gelirim tamam o zaman, sen de sürekli ne kadar kaldı demeyeceksin ama” dedim, anlaştık.
Hava kararıyor. Soğuk ve sis çöküyor, kimse konuşmuyor. Tek duyduğum nefes nefes nefes nefes. Kimse kimseyi geçmiyor. Bir sürü insan kenara çekip dinlenmeye başladı. Bir kız nefes alamıyordu, bir arkadaşı yetişti. “Soluklan devam edelim” dedi. Bize siz gidin dedi. Sonra bizi yakalayıp geçtiler.
Ben tıngır tıngır devam ediyorum. Bi yerde ters yönden bir çocuk geldi. Pespembe giyinmişti. Arkamdaki kız onu görünce çığlık attı. O çocuk ters yönden yani Chamonix’den bu kıza destek vermek için gelmiş, konuşurlarken anlıyorum. Çocuk hepimize moral oldu.
“Hadi” dedi, “gayret. 2.5km kaldı.”… Anam anam anam anam… 2,5km dedi.
Yemin ediyorum ben o an son 500metre diyecek sanmıştım. O Ormanın içinde o çocuk bi dolu şey anlatmaya başladı. Onu dinleye dinleye tırmanışa devam ettik. Bir yere geldik, hava sis, göz gözü görmüyor. Dolumsu yağmur yağıyor. Üşümeler geliyor… Zemin değişti. Kafamı kaldırdım nereye geldim bakmak için. Yangın yolu vardır ya hani, çarşak zemin, geniş enli. Solumuzda teleferik. Aaaaa, çocuklarla Brevent’a çıktığımızda dağa çıkan insanlara bakıp deli bunlar dediğimizdeki teleferik son noktasına gelmişiz. Çocuklar bana benim de böyle yere çıkıp çıkmayacağımı sormuşlardı, bilmiyorum, göreceğiz demiştim. Aha gördüm. Tam da öyle bir yerdeyim. Teleferik de bitti, biz çıkmaya devam.
Daha ne kadar çıkacağım hiç bilmiyorum, saate bakmaya korkuyorum. Ama ne olur 100 metre olsun.
…
Ne 100metresi! 1km kadar da öyle tırmandık. Feci ayaz bastırdı. Sis iyice kalınlaştı. Hava da kararıyordu. La Flegere kontrol noktasına, ta o o dağın tepesine vardığımda, resmen aptallaşmıştım. Sağa sola sendelediğimi hatırlıyorum.
Saat 19:55, irtifa kazanımı 3366.
Ha ha, telefonumun şifresi bu ayol! Evrenden mesaj geldi, her şey yolunda. (şifremi değiştirmem gerekecek ama olsun, aklıma gelen her şeyi yazdım madem, o anı da eksik kalmasın) 11saat 41 dakikadır yoldayım. Çok da kötü değilim bence. Bileğim aklıma bile gelmedi baksana. Keşke kendimi azıcık daha zorlasaydım baştan. Kesin daha iyi gelirdim. Pes Yonca, daha bitmeden keşkeler başladı.
Ve ben bütün bütün bütün her şeye rağmen, hayli erken gelmişim bu ayakla buraya. OH be! Bundan sonrası artık finiş, Chamonix. Heidi ve Peter geliyorum uleeeen!
Son 7.8km.
Ama ilk iş çişimi yapmak. Hemen tuvalete gittim. Nasıl ıssız. Nasıl sis. Nasıl soğuk. Panik yok Yonca. Panik yok. Sakin. Zaman var. Rahatsın. Üşüme geliyor.. yok gelmiyor. Çişimi yaptım.
Çadıra döndüm. Çorba aldım. Kahve aldım. Ceplerimdeki çöpleri boşalttım.
Sevgili Hintli, “Hala inanamıyorum size bu sandaletlerle nasıl koşuyorsunuz, şaşkınım.” dedi, “son 30km dir kendine gelemedin dostum” dedim. Çok güldük. (Bak şu an yine gülüyorum, koşarken ayrı yazarken ayrı asabım bozuldu yeminle, bu yazı nasıl bu kadar uzadı Allah aşkına, imdat!)
Acaba içimdeki tişörtü artık değiştirsem mi? Niye?… Zaten geldin sayılır finişe artık. Ama sanki mis gibi inmek istiyorum gece bu Dağı. Olmuşsun çamur deryası, derdin kamerlar. Aferin Yonca. Ama yenilenmiş hissedeceğim, hem de gece bu, daha kalın bir malzeme ile ne olur ne olmaz kendimi korumuş da olurum. 8km var karanlıkta dağda. Bak küçümseme Yonca. Giderek yavaşlayabilirsin, üşüme riskini alma.
Soyun kızım. Soyun soyun soyun.
Hemen oracıkta içimdeki kısa kollu ve kollukları çıkarıp kalın uzun kollu pembe üstümü giydim. Ceketimi geçirdim. Kurban olayım ben sana canım yağmurluk! Emre dediydi “bu yağmurluğu al, istersen içinde tek sütyenle koş.” Haklıymış.Bu yağmurluğa dönünce bi iyilik yapmak istiyorum, acaba bir yağmurluk ne sever? (kafamdan bunu geçirdiğime inanamıyorum!)
Çorba bitti. Kahve içtim, Alllaaaaah nasıl iyi geldi. Ayyyy ben çişe gittim ya hemen, eyvah yoksa giriş süremi işlemediler mi????
Panik!
Görevli yanına gittim, “ben direk çişe gittim, ya sürem işlenmediyse?”. Adam “çıkarken işlenecek burada* dedi. Ha tamam o zaman. Kafama buffımı kulaklarımı da kavrayacak şekilde geçirdim. Yağmurluğun şapkasını sıkılaştırdım. Kafa lambamı taktım ve açtım. Çadıra son bi kez baktım.
Kızımmmmm nefis bir hatıra! Buradan çıktın mı, finiştesin Yonca. Dünya Patika Koşusu Zirvesi’ndeyim ulan ben! Allaaaaah… sal kızım kendini dağdan aşağıya. Hadi.
Aslansın kaplansın marmotsun keçisin yılansın sincapsın kartalsın örümcek kadınsın Yoncasın Yoncaaaa!
Çadırdan çıktım. O hayvanların hiçbiri değil, anca sıçanım şu anda. Bu ne soğuk! Bu nasıl sis, bu ıslak şey ne havadaki, sulu sepken mi? Şeyim donsa donar. Ay bi de pişik oldu totom yine! Nasıl acıyo. Bak yine vazelinlemedim gördün mü. Ay hiç sevmiyorum bi yerimi vazelinleme fikrini naaapıyım. Yanıyoz işte.. Klasik.
Batonları elime aldım. Göz gözü görmüyor. Gece hayli eğlenceli olacak. İlk adımı attım, öyle dik ki, bileğim sızladı… Ah ah ah. O an ilk defa, sol bileğimin arızalandığını düşündüm. Ne ilginç dedim, uzun zamandır hep soldan çekiyorum… Kalp… kalbimin tarafı. Kalbimdeki yükleri şu dağa bırakmış olayım artık ne olur. Acıtmasın canımı!
Finiş, 56,3km 13 saat 41dk – Chamonix
Nasıl anlatsam? Kafa lambam çok iyi ama, sis kötü. Ne işaret görebiliyorum, ne patikanın ne tarafa kıvrıldığını, ne de sağımda solumda ne olduğunu. Büyük bilinmeyenler içindeyim. Harry Potter Ormanı ve ortamı, ben de zaten Luna karakteri. Destina ve Aslan Cem’e burayı çekip izletmem şart. Harry Potter şuracıkta belirse şaşırmam. İki domuz, bi geyik çıksa sohbete oturucam. Bir ses duydum. Dikkat kesildim, su sesi. Bi yerde akarsu filan var sanırım, ama nerede? Görmüyorum ki! İşaretlemeleri anca burnumun ucuna gelince görüyorum. Video çekip ölümsüz kılmak istiyorum bu anı.Video çekiyorum. Da hiçbir şey görünmüyor ki.
Ya iyi ki adam bileğime çöktü! Yoksa burayı gece gece göremeyecektim, bu tecrübeyi yaşayamayacaktım. Hem UTMB koşacağım zaman, bu dağda bir kısa gece fikrim de olmuş olacak. Bu lamba işe yaramaz ama. Keşke paraya kıyıp UTMB modeli alaydım. Bi kere de biterdi bu iş.
İnmeye devam ediyorum. Emre yaaaa, ben gerçekten inemiyorum ama bu sefer bileğim yüzünden. Acı var.
Şu noktaya geldiğimde şunu çok net söyleyebilirim; Hocalarım beni çok iyi hazırlamış. Baksana ne nefesim, ne nabzım, hiç sıkıntım yok. Sanki hiç koşmadım, oysa 12 saat olacak hala yoldayım. Dönünce bunları hep detaylı anlatıcam Özgür Axaman, Seda Nur Çelik ve son 1 ayda bana destek veren Özgür Tetik’e. Teşekkür edicem çok çok çok. Şahane antrenmanlar yaptırdılar bana.
Aaaa ne ilginç! Soldan aşağıya bakınca yanımdaki patikada koşanların kafa lambaları görünüyor. Amma nizami gidiyorlar. Her birinin kafa lambası eşit aralıklarda. Nasıl bu kadar düzenli koşuyorlar ki? Kafa lambası değil mübarek araba farı almış bu insanlar. E işi biliyorlar. Fotoğrafını çekicem. Belki yukarıdan bakanlar da beni ve önümdeki arkamdakileri böyle görüyordur. Sis azaldı… Kim bilir nasıl görünüyor her şey.
Virajı döndüm, görüş daha da açıldı ve o da ne! Chamonix sokak lambalarıymış gördüklerim! İnsan değil ki bunlar! Hayal gücüm hayli güçlendi dağda.
Sis yine indirdi. Su sesi baki. Nereden geliyor bu su sesi.
Koca kayalıklara geldim. Ay resmen Likya Yolu burası. Zeminde kocaman kayalar, ağaç dalları aynı. Heeey şelale var. Sağımda şelale var! Güldür güldür akıyor. Buzzz gibi. O şelalenin aktığı kayalıkların orada, ayaklarımı buz gibi suya soktum. Çamuru yıkadım, bileğime soğuk kompres yaptığımı hayal ettim.
Bir sürü insan beni geçiyor, olsun. Bu gece bu dağdan koşarak iniyorum ve çok mutluyum. Düzlüğe geldim. Artık burası düz toprak bir yol. Belli ki bunun sonu finiş. Kendime çeki düzen vermek istiyorum. Güzel girmek istiyorum finişe. Rujum nerdeeee? Bulamıyorum karanlıkta. Süper sinir oldum.
Batonları katlayıp koyayım kemere. Batonları 3 kere yere düşürdüm, sonra birbirine dolandı. O sivri uç elime battı. Deli oldum. Ve Telefon çaldı! Korkudan sıçradım. Emre Tok arıyor. Hayırdır inşallah!
“Alo Emre… finişe geliyorum iyiyim… ne oldu?”, “Ya nerdesin Yonca? Azıcık hırs yapsana be kızım, hadi. Merak ettim ne duruyorsun sen orada?”… “Ya Emre ayağım kötü oldu, ama geliyorum çok iyiyim.”. “İyi sesin bomba gibi, finiştesin. Merak ettim. Hadi Yonca!”
Gülümsedim, sanki tepemde beni izliyor. Nasıl biliyor ya durduğumu… (meğer organizasyon sitesinde kim nerede saat kaçta, nereye kaçta varacak sürekli güncelleniyormuş. Benden ses çıkmayınca, anlamışlar bi durum var) Dönüşte Destina’nın kurduğu whatsapp yazışmalarına çok duygulandım. Herkes birbirine beni soruyor, herkes moral veren cevap veriyor. Gelir o şimdi, gece karanlık yavaş geliyordur filan gibi… Ne güzel ailem, arkadaşlarım, çevrem…
Yok anam bende hırs yok. Şu dağı bu gece saatinde hızlı niye ineyim? Bak bitiyo yarış zaten, tekrar kuraya gireceğiz, çıkmazsa bekle ki göresin bir sonraki sene. Hem biz bunun tamamına bu kadar para ödedik di mi? Eeee… 14 saat 30 dakika demişler. Tamam. Ben de doycam işte. Resmen bayıldım şu siste şu yaşadığım tecrübeye. Ama çocuklar ne halde Allah bilir.
Topladım kendimi. Başladım koşmaya. Yok koşamıyorum topallıyorum. Olsun. Topal koşuyorum.
Bir köşeyi döndüm, insanlar “Bravooo” dedi. Ben de teşekkür etmeye başladım.
“ÇOK teşekkür ederim, siz de… harikasınız!”. Harikalar! Biraz sonra bir köşeyi daha döndüm, kalbim nasıl çarpıyor. Mesaj attım çocuklara “geliyorum beeen!”
Bi ses duydum:
“Anne…” “Yonca…”
Ahhh… Aslan Cem, yanında da Umut Can Temiz. Merak etmişler beni. Benimle koşmaya başladılar. Umut Can çoktan gelmiş, uçmuş bitirmiş. Aslan Cem sudan çıkmış balık. Sırılsıklam; ama nasıl gülümsüyor. “Anne yaptın!” diyor sürekli. Beraber koşuyoruz. Umut Can herkesten haber veriyor. Herkes iyi diyor. Beklemiş canım çocuk beni. Köşeyi dönüyoruz, Aslan Cem “Anne ben seni çekeyim, önden gideyim” diyor. Öyle aşırı mutluyum ki, bayrağımı çıkartıyorum.
Destina, Destina’nın sesini duydum! “Hadi Aneeee…! Anne çok az kaldı…” diyor. Birileri “Artık geldiniz, düz ileri ve solda finiş” diyor.
Aytuğ Çelikbaş sesleniyor. Ama olamaz! Ne işi var burada? UTMB startı alacak. Dinlenmesi lazım ve o finişte beni bekliyor. Ah bu Çelikbaş kardeşler gerçekten çok özel insanlar. Aykut Çelikbaş’ın bu yaz çıkan kitabı “Ultra Kitap’” da okuduklarım, öğrendiklerim, paylaşımları, sohbeti, ben ne şanslı ne zengin insanım. Şu dağdan inmeme katkısı olan herkes. Kafama bunları sokanlar, Elena, Alper. Hangi birini ansam! Alfabetik sırada teşekkürname yazıcam.
Alkışlar var.
Bence bundan sonrası için videoyu izleyin. BU destansı yazının bir videosunu yaptım. Çekimlerimizi olduğu gibi ekledim arka arkaya. Ham haliyle. Profesyonel kameraman, montajcı değilim. Zaten şu anda bitmiş haldeyim. Olduğu kadar artık.
Yonca OCC öncesi sırası sonrası videosu
Finiş anları
(Şu an beni en çok güldüren şu; finişime dair en çok etkiyi, fransızcam yaptı anlaşılan. 🙂 Anam Babam, bana bir dili bu kadar iyi öğrenme şansı vermek için çalışmaları sağ olsun demek istiyorum. Sunucu “14 saat ve çok iyi durumda” diyordu en son duyduğum)
Uzunetap ekibinden Ecem Eroğlu ve Özgür Çelikkaya saatlerce beni beklediler. Yine! Ben geldiğimde –yine!- coşkuları kucaklamaları, pisim çamurum diyorum, kimin umurunda, sarılıyorlar. Likyalılar deli diyorum, anlatamıyorum!
Çocuklarım! Ah benim canım çocuklarım. En büyük teşekkür onlara. Büyük iş başardılar. Ve bu yaşadığımızın onların geleceğindeki yeri, çok büyük. Bunu onlar da biliyor. Çok seviyorum sizi, hayatta her şeyi yaparsınız evlatlar! Hep koşun!
Finiş gören herkese UTMB OCC finisher -bitiren- ceket veriliyor. Çocuklar gibiydim o çeketi alırken. Arda telefonda “Yonca bu ceketin aynısı satın alsaydık daha kolay olmaz mıydı?” dedi, koptum.
Bi yandan da UTMB de start alacakları düşünüyorum. Hava delirdikçe deliriyor. UTMB panosu önünde fotoğraf çektirdik.
Bütün olaya dair çok güldüğüm Yüzbinkoş yazışmalarındaki şu mesaj da buraya not düşülsün:
Finiş ve sonrası
OCC için 1565 kişi start aldı, 1468 kişi bitirdi, 97 kişi DNF, yani bitiremedi oldu.
Bu sene rekor sayıda Türk katılımcı vardı. 32 kişiydik. 5’i kadın. İnanın bana hayatımda gördüğüm en ihtişamlı ve haklı gurur duyulası ortamdı. Orada o startı almaya hak kazanmak bile ömre bedel. Biz de bu hakkı kazanıp kura şansını elde edenler olduk. Kura olmasa sırf benim tanıdığım en az 5 kişi daha gelecekti, bu da benim için, bizim ülkemizin de patika koşularında nereye geldiğini gösteriyor.
Çok güçlüyüz. Evet biz çok güçlü, zor koşulları aşabilen, yönetebilen, her durumda çözüm üretebilen insanlarız. Ülkemizde bizi buraya hazırlayan yarışlar da, destek verecek hocalar da, tecrübeli ultracılar da var. Tek iş, sevmek, istemek, çalışmak, kafaya koymak. Orada olup startı almak, koşmak. Bu yarışta Türkiye’den en az 100 kişi rahat olur! Kafamızı puan kazanacak yarışlara yoralım demek istiyorum. Dünya Şampiyonası, Olimpiyatlarına gidebilecek sayıda koşan var bizde de.
Bütün bir yarış boyunca A’dan Z’ye hayatıma koşuyla giren herkesi andım, teşekkür ettim. Bana bu yolu bu hayali açan herkese.
En çok etkilendiğim, eksik yazmış olurum fazlası var, çocuklarımın tavrı, tutumu ve davranışı oldu. Destina, “bir gün ben de koşacağım burada” dedi. Hele UTMB startını canlı izlemek, bizi bitirdi. Aslan Cem, keza aynen, muazzam destekti. Çok çok ilham aldığını en az 100 kere söyledi. Onlara bu deneyimi yaşatmak, benim için 4 duvar arasında dayatılmış bir şeyleri ezberlemekten trilyon kat önemli ve değerliydi.
Finişte, çoktan bitiren Erol Dinneden de yanıma geldi. Bir fotoğraf çekinemedik diye kahroldum. Kafa gitmiş. Finişin orada çadırda bi şeyler attım ağzıma. Ecem Eroğlu, Özgür Çelikkaya, Umut Can Temiz, çocuklar hep beraberiz, nasıl deli mutluyum. Otele gitmek istiyorum, gitmek istemiyorum. Ayağım zonkluyor, ama keyfim çok yerinde. Üşüyeceğimi de hissediyorum. Acil durum battaniyeme sarındım. Çocuklarla otele yol aldık. Özgür ve Ecem drop bag’imi almaya gitti, canım onlar benim.
Çocuklar beni 5 numara 10 yıldız elden geçirdi otelde.
Soyunmama, duş almama yardım ettiler. Hafif bir titreme tuttu. Hemen acil durum battaniyesine sardılar. Daha önce uyarmıştım, olabilir, ama geçer korkmayın diye. Destina doktor gibiydi. Sarıldı bana. Aslan Cem yatağımı hazırladı. Bana nefis bir sandviç almışlar. Yatağa yatırdılar, üstümü örttüler. Anne bi şeye ihtiyacın olursa bize seslen dediler… ve horlamaya başladılar.
Ertesi gün sokakta ceketimle görenlerin gelip ellerimden tutup kutlaması, “Cesursunuz, kutlarız” diyen onlarca insan. Eczane, restoran, mağaza, doktor her görenin sürekli kutlaması beni çok etkiledi.
Bakın bu bir kültür. İnsanı yüreklendirmeye odaklı, yapabilirsin diyen, yapınca kutlamayı bilen. Tanımıyorum ben bu insanları. Tanışmak da gerekmiyor mutluluğu paylaşmak için. Yüreklendirmek için, tanışık olmak gerekmiyor, Budur kültürün, medeniyetin özü.
BASIN
UTMB 92 ülkeye yayın yaptı.
Türkiye’den gelen TRT ekibi tekti ve işlerini çok iyi yaptılar. Ömer Yavru ve kameraman Burak Karanfil, şahane röportajları ile ayrı, koşanların yanındaki duruşları ile ayrı özeldiler. Onları orada görmek, destek ve anlayışlarını, takdirlerini almak ömre bedeldi.
Bu yazıda, sınıfta kalan spor basınımızı anmayacağım. Çünkü biliyorum, elbet bir gün, doğa ve patika aşkına koşan bizlerin sayısı da, gücü de arttıkça yayında hep beraber olacağız. Ben ilk koşmaya ve yazmaya başladığımda “kim okur koşu yazısı” diyen basın eğer bugün, nereye koşacağını şaşıran insanların haberlerini paylaşıyorsa umut var arkadaşlar.
Azimle koşmaya, paylaşmaya, kendi kendimizin muhabiri, habercisi, paylaşımcısı olmaya devam. Bu işin özü “kendi kendine yeterlilik” değil mi? E biz de kendimize yeteriz.
Son Cümlem (o da oldu paragraf pes!)
Türkiye’de bizi Dünya Şampiyonası, Dünya Patika Koşu Zirvesi, bu işin Olimpiyatları denen UTMB’ye taşıyacak, hazırlayacak kadar iyi yarışlar var.
Bu yazıyı bu kadar detaylı yazmamın nedeni şu: birincisi ben koşarken de yazarken de yaşıyorum. Tek bir anım, aklıma gelen düşünce eksik kalmasın istiyorum. Ve ve ve ve madem koşuyoruz, memleketteki puanlı yarışları koşmak, her türlü donanıma sahip olmak mümkünken, bu uluslararası ortama Türk katılımcı sayısı yüzlerce olabilir. Olmalı da. Ortamı yaşamak, bizim spora bakış açımızı da, kültürümüzü de etkileyip geliştirecek. Gerçekten değer koşmaya, yaşamaya, izlemeye hatta!
Çalışırsan yaparsın demek istiyorum.
İstersen yaparsın demek istiyorum.
Ben dağları aşıyorsam senden pek de farkım yok, sadece bu işi çok seviyorum diyorum.
Ben yaşamak için koşuyorum. Sen belki hız için. Fark etmez. Yeter ki, gel. Gelebilirsin diyorum.
Eğer o dağda 70 yaşında insanlar beni geçiyorsa, sen de o yaşında dağları aşabilirsin diyorum.
Ölmeden ölünmez.
Yaşıyorsan yaşa demek istiyorum.
Bana emek veren, bilgisini paylaşan herkese minnetim sonsuz bir ömür boyu.
Sırf o Dünya çapında ultracılarla start alabildiğim için bile çok mutluyum.
Bu iş UTMB’ye kalifiye olana kadar gider diyorum.
Ömür uzun.
Bu 56km’yi koşmak, inanın yazmaktan kolay oldu. Ama bu satıra geldiyseniz, sizde de var bi haller.
Ultra okursanız, ultra da koşarsınız hayatta uğrunda koşmak istediğiniz her neyse ona.
Kulağımda o dağdan kalan tek sesle bitsin bu yazı, ve kalbinize kulağınıza beyninize gözünüze işlesin, dövme olsun.
HAYDİ CESARET!
Yonca
“ultrakeçi jr”
Türkiye’den UTMB’ye katılanlar şöyleydi:
UTMB® (Ultra Trail du Mont Blanc) 170km / +10,000m
Servet ÇATALTEPE, Alper DALKILIÇ, Fırat KARA, Ali Mehmet OK, Elena POLYAKOVA DALKILIÇ, Aytuğ Çelikbaş
CCC® (Courmayeur – Champex – Chamonix) 101km / +6100m
Borga AKVARDAR, Can ARTAM, Aykut ÇELİKBAŞ, Cevdet COŞKUN, Serkan İMRAK, Fedai KÜRTÜL, Şerife Aslı SERTCELIK, Utkuer YAŞAR, Savas YÜREKLİ
TDS® (Sur les Traces des Ducs de Savoie) 119km / +7250m
Alp ASLAN, Tamer ERSÖZ, Tanzer SATIR, Mecnun VATANSEVER, Alp YÖRÜK , Akif Erdoğan
OCC (Orsieres – Champex – Chamonix) 55km / +3300m
Gökhan ÇAĞLAR, Erol DINNEDEN, Hakan KERİMOĞLU, Kemal Kadir ÖZKARAKAŞ, Aytek SERMET, Umut Can TEMİZ, Yonca TOKBAŞ, Merve ÜLKER, Serdar ÜLKER, Neval GÖRDÜK, Onur YAVAŞ, Mehmet YILDIRIM
Tüm sonuçlar için: http://utmbmontblanc.com/en/page/349/results.html
Ne yedim ne içtim
3 tane overstims jel kullandım toplamda
Her saat başı 1 tuz tableti aldım
1 tuzlu çubuk kraker paketi bitti
2 hurma ve azcık tuzlu fıstık, Fisstikk (instagram @fisstikk ) bi gıdım yedim.
1 protein barım var vegan ve doğal, ondan 2-3 ısırık kahveyle iyi geldi.
Kontrol noktalarında: çorba, kraker, portakal, muz
(Kontrol noktalarında besin çok iyiydi. Yanımda taşıdığım bir sürü şey (annemin kurabiyesi 🙂 kesin boşunaydı ama yine alırım. O başka 🙂
Ankara Lycée Charles De Gaulle Lisesi ardından Boğaziçi Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okudum.
7 yaşında gazoz kapağı toplamakla başlayan; orta, lise ve üniversite eğitimi sırasında devam eden farklı iş deneyimlerimi saymazsak, üniversite sonrası sırasıyla; TÜSİAD, Sarkuysan, Commercial Union Sigorta, Yaşar Dış Ticaret gibi şirketlerde farklı görevlerde çalıştım.
Sevgili Yonca, kalemine, yüreğine sağlık. Ruhuna kuvvet. Seni ve çocuklarını çok tebrik ediyorum. Sonuna kadar büyük bir zevkle okudum yarış raporunu. Harikasın, harikasınız.
Aslı Vural