♫♫♫♫
Orman.
Belgrad Ormanı.
Adım Adım yardımseverlik koşusu için yola çıkanların antrenman alanı.
Bi çeşit ağaçlı mabet.
Göğe gözlerini kaldırdığında güneşin yaprakların arasından pek nazlı süzüldüğü alan.
Kimi zaman karlar altında beyaz bir rüyalar diyarı, kimi zaman piknikçilere teslim olmuş mangal kokusunun dramı. Politikacıların gözünü diktiği masum yer. Korunması gereken mabet.
Derhal herkesin korumak için ayağa kalkması gereken son yeşil kale.
Orman.
Çok kıymetli; çünkü İstanbul’un ortasında İstanbul’a meydan okuyor. O meydan okuma o kadar hoşuma gidiyor, o kadar manidar geliyor ki bana.
Ağaçlar binalara karşı dimdik ayakta.
Ama bana en çok fenalık geçirten şey şu oldu geçen kış: Kar zamanı yolları açmak için yapılan tuzlama çalışmalarını orman içine de yapıp ağaçları tehlikeye atmışlar iyi mi! Bunu duyduğumda başıma saatlerce ağrı musallat oldu. O da yetmedi, kaşla göz arasında ormanları parçalamayı kanunen serbest kıldırlar biliyorsunuz, çaktırmadan.
Bunları duyunca ölüyorum.
Ölürüm ben tek bir ağaç ölünce.
Bir kere başıma geldi.
Bir zeytin ağacım gidiverdi demiştim ya… Benim de bir yanım onla gitti. Gitti.
Ormandaki ağaçlar öyle kocaman ki, insan onlara sarılmak istiyor.
Kitabım için sözleşmeyi imzalamadan önce, çok önce, topuğum kırılınca ve sinirler gidip de ciddi kalıcı hasar olma riskini duyunca, İstanbul’a gelir gelmez ormana gidip ayaklarımı koşu parkurunda yere dokundurmayı hayal etmiştim.
Benim böyle hayallerim var işte.
Koşan insanların ayak sesleriyle öpüşsün ayağım, koşmayı hatırlasın istemiştim.
Ayak da gönül gibi, sevgiyle ısınan, kendine gelen bi şey.
İnsanın her organı, bedeni gibi bir ruha sahip.
Bence öyle. Ben inanıyorum buna.
Öyle çok istemiştim ki ayağımı koşan insan ayaklarının sesiyle öpüştürmeyi, burnum sızlamıştı.
Neyse, kitap için sözleşmeyi yaptım, Ruh İkizim Adaletli G.’nin kızı İlk Göz Ağrım Z.’yi attan almak için yola çıktık. Ne ben onun ata bindiği yeri bilirim, ne de o benim hayalimi bilir.
Yolda gidiyoruz sohbet ede ede.
Ben Hızır N.’ye sürekli kitap sözleşmemden bahsediyorum arabada.
Hayatımın İnce Detayı Kocam’ı, Güzel-Anlayışlı-Her Daim Mantıklı Düşünür Annem’i, Can Dostum Görev Bilinçli Kırmızı A.’yı, Kardeşim Bilge Adam Güvenilir Omuz Karcırcırınca F.’yi, Yaratıcı Pozitif Güzel Bacak Gelin İ.’yi, Ruh İkizim Adaletli G.’yi filan arıyorum heyecanla.
Yol öyle güzel ağaçlarla kaplıydı ki etrafımızda, camı açtım; “Burası neresi acaba? Ne güzel ulu ulu ağaçlar var!” dedim.
Hızır N.’nin verdiği cevap şaka gibiydi: “Belgrad Ormanı…”
Kalakaldım.
Vakit vardı, hemen ormana daldık.
Koşu parkuruna, koltuk değneklerimi arabada bırakıp topallayarak gittim.
“Başlangıç” yazan tabelanın fotoğrafını çektim. Hemen Facebook’a not düştüm:
“Her şey 1 adım atmakla başlıyor. Yeter ki 1 adım at.”
Ve ayakkabılarımı, çoraplarımı ayağımdan çıkardım.
Sakat ayağımı -ki o benim sağ ayağım- kırmızı yola koydum. Kırmızı yol… Kırmızı.
Durdum.
Derin derin nefesler aldım.
1 adım attım.
1 adım daha.
Gözlerimi kapadım, sürekli koştuğumu hayal ettim. Suratıma garip bir gülümseme oturdu. Koşarken oluyor o ifade bende.
Sağımdan solumdan geçenler şaşkınca bana baktılar. Hiç umursamadım.
Gülümsedim onlara.
Avatar filminde hani o atalarının seslerini duydukları ulu ağaç var ya, bağ kurdukları kuyruklarını deydirince… İşte ayağım ve yerdeki ayak sesleri arasında öyle bi bağ kurdum kendimce. Hayalimde.
Nasıl gülümsediğimi, gözlerimi kapadığımda sanki koştuğumda kızaran yüzüme rüzgar çarpıyormuşçasına sırıttığımı anlatamam size.
Sonra çoraplarımı geçirdim topraktan kızarmış ayağıma. Arabaya binip Ruh İkizim Adaletli G.’nin kızı İlk Göz Ağrım Z.’yi attan almaya gittik.
Güzel bi gündü.
Ayağım yürümeyi istedi, koşmayı hatırladı.
1 adım.
Her şey 1 adım atarak başlıyor bu hayatta.
1 adım, 1 hareket.
♫♫♫♫
“Affetmek çok önemli!” dedim durdum.
Ama aslında affetmeyi önemli bi şey gibi sunmak kibirmiş.
Affetmeyi lütuf gibi sunarak affetmeye gerek yokmuş.
Neyse kaldığın yer, oradan devam etmek diye bir şey var…mış.
Kibirsizce.
Kibir kötü.
Ve arkadaşlık çok kıymetli. Çoook kıymetli.
Affetmek lazım. Affedilebilmek lazım. Affedilmeyecek bi şey yok ki. Hatta bunun adı affetmek filan olmamalı. Değil.
Kimi affetmeyi lütfetmediniz?
Ne haddinize diye düşündünüz mü hiç?
Değdi mi?
Neden?
Cevaplarını bi kenara yazın bence. Yazmak lazım.
Ben yapıyorum, arada yazıyorum.
İnsan kağıt üzerinde görünce kusurları, daha ciddi oluyor. Üstelik her türlü kusur küçücük kalıyor kağıt üzerinde.
Değmemişse, bi “alo” demek lazım. Kibir var mı yok mu, hem sizde hem onda, bi bakmak lazım.
Değer değmez, zaman vermek lazım.
Bence affedebilmeye değer.
Affedilmeye de.
♫♫♫♫
Yalıkavak’ta bi evimiz var.
Bireysel Düşünür Şanslı Oğlum ACT Jr. küçükken YalıkaBak derdi.
Yayla gibidir bizim orası.
Eser.
Deli eser bazen.
Deniz tammm karşımızda.
3 tane “m” ile yazdım evet. Bastıra bastıra tammm.
Güneş, evimizin tam arkasından doğar, burnumuzun dikine denize batar.
Her batışı bir ritüeldir. Ömrü hayatımda her sabah doğan yuvarlak güneşin, her akşam bin bir şekle bürünerek battığını görebileceğim aklıma gelmezdi.
Güneş ışınlarının mı, denizin yansımasının mı oyunu bilmiyorum. Güneşin batarken aldığı şekillere neyin neden olduğuna dair hiçbir fikrim yok, nedenini merak etmeyi de kestim zaten. Her akşam güneş resmen bin bir surat oluyor karşımızda.
Ekmek, piramit, beşgen, mantar, üçgen, gemi, tosbağa, dikdörtgen… güneşi neye benzeteceğimizi şaşırıyoruz.
Hayatımda hiç böyle bi evimiz olacağını hayal edemezdim.
Hiç.
Çok çalışıyoruz bu ev için.
Çok şükrediyorum bu ev için. Gerçekten çok, çok büyük anlamı var benim, bizim için. Ailemiz için.
Bi emek var o evde.
Büyük emek.
Bahçemiz, sevdiklerimizin evimize armağan ettiği ağaçlarla dolu. Hayatımın İnce Detayı Kocam’ın, Bireysel Düşünür Şanslı Oğlum ACT Jr. ve Dans Eden Kaderi Güzel Kızım D.’nin bana yaş günlerimde aldıkları ağaçlarla dolu.
Her gelenden evimize “ev hediyesi” niyetine ağaç veya çiçek almalarını istemiştim.
Öyle harika oldu ki, ağaçları alanların adları/lakapları ile anıyoruz.
Kayısı Yanaklı A.’nın yanaklarından kayısı topluyoruz.
Bireysel Düşünür Şanslı Oğlum ACT Jr.’ın bebeklik arkadaşı Mutlu ve İyi Çocuk Saçları Lüle A.’nın gölgesinde çocuklar resim yapıyor.
Güzel-Anlayışlı-Her Daim Mantıklı Düşünür Annem’le Kardeşim Bilge Adam Güvenilir Omuz Karcırcırınca F.’nin zeytininin arasında Türk kahvesi içip Benjamin Button altında güneşi batırıyoruz.
Can Dostum Görev Bilinçli Kırmızı A. Gilroy ve Kuzen Güzel Türkçemiz Akıllı T.’den Bodrum mandalinalarını, Mazimin Candaşı C. ve Hassas Yengeç Kuzenim Ö.’den de limon topluyoruz.
Kayınvaldo ve Pedro’nun zeytini ile zıpır zeytin arası akşamüstü içkilerimizi yudumluyoruz.
Bireysel Düşünür Şanslı Oğlum ACT Jr. Ve Dans Eden Kaderi Güzel Kızım D.’den zeytin yerken gözlerimiz doluyor. Ruh İkizim Adaletli G.’nin dutunun altında ne sohbetler dönüyor anlatamam.
Çılgın ve Kıvırcık D.’nin muzlarını ağzımız açık topluyoruz.
Her sene resimlerini çekiyorum ağaçların.
Büyüdüklerini belgeliyorum. İlk başta nasıllardı, ne ara bu kadar büyüdüler kayda alıyorum. Çocuklarımdan hiçbir farkları yok benim için.
Ben onlarla bir nefes alıyorum sanki. Onlara baktıkça ömrüm uzuyor. Evin taşı tuğlası beni hiç ilgilendirmiyor. Varsa yoksa ağaçlarım…
Ben ağaçlarımla bir yaşıyorum.
Ölümden çok korkardım eskiden beri. Annanemi kaybettikten sonra daha net korkar oldum. Babamı kaybedince, korkum tavan yaptı.
Hayatı çok uzun ve çok sağlıklı bi şekilde upuzun yaşamak istedim hep.
Hep istiyorum yani. Hâlâ.
Babamı kaybettiğim, yo pardon, annanemi kaybettiğim günden beri sevmedim bu ölüm hikayesini dedim ya, inanın bana çok berbat bir his insanın ölümden korkarak yaşamaya çalışması.
İçim almadı ölümü.
Ve insan sürekli bir şeyden korkarak yaşamaya çalışırken aslında bir o kadar ona yakın oluyor. Çok huzursuz edici bir şey.
İnsanların annanem için; “Çok şükür 93 yaşına kadar yaşadı, torunlarının çocuklarını gördü. Sağlıklıydı…” gibi cümleler kurmaları bile beni kesmedi.
İnsan, sevdikleri 193 yaşında da olsa yanında olsun istemez mi?
Ben isterim.
Annanem ve babamın kaybı bana çok kötü geldi.
Ölümü sevmezdim demek az geldi, ölümden nefret ettim.
Ama hayat işte! İnsana sürekli ders veresi var. Çok sevdiğim bir arkadaşım, babasını benim babamı kaybedişimden bir sene sonra kaybetti.
Onun babası çok hastalandı.
Benimki küt diye gitti. Onunki hastalıkla boğuşarak.
O zaman kafam çok karıştı işte.
İnsanın sevdiği bir insanı muhtaç veya acı çekerken görmesi çok fena. Sevgi yerini merhamet ve acımaya bırakıyor. İnsan ne düşüneceğini bilemiyor.
Bu düşünceler beni altüst etti. Anladım ki kaybın iyisi kötüsü yok. Kayıp hep kötü.
Neyse, bu konuya geldim ama uzatmak istemiyorum.
Bu kitap iç daraltmasın; iç açsın.
Okurken insanın üzerine ölü toprağı değil, zeytin dalları düşsün.
Diyeceğim o ki, ölümden bunca korkan ben, bir gün yazlıktaki Süper Komşum Bilim Adamı T. sayesinde pıt diye ölümle barıştım.
Süper Komşum Bilim Adamı T. Bana; “Madem ölümden bu kadar korkuyorsun, kendini en sevdiğin zeytin ağacı gibi düşün. O zaman çok uzun, bir zeytin ağacı kadar uzun, yaşarsın.” dedi.
O kadar bayıldım ki bu fikre, delisi olduğum zeytin ağacıyla kendime yeni kökler saldım Ege’de.
Yalıkavak’tan denize doğru kökler saldım kalın kalın. Sımsıkı.
Dallarımdan sürekli meyve verdiğimi, birilerine hayat verdiğimi düşünür oldum. Hayatımı her zor koşulda; denizin dalgasına, fırtınanın rüzgarına karşı yüzlerce yıl devam ettirebildiğime inandım.
Ben artık bir zeytinim.
Yemyeşil dallarımda zeytinler dolu.
Güçlü.
Dimdik duruyorum dalgaların karşısında. Ne rüzgarlar esiyor, ne tuzlu deniz suları vuruyor ruhuma, bana mısın demiyorum hayata.
Ölümden korkmuyorum.
Yaşıyorum bir zeytin gibi.
Kendi dalımda.
Leave a Reply