• 27/09/2025

Sadakat

Sadakat

Sadakat 150 150 Yonca Tokbaş

Sadakat, özgürlüğüme direnç/direnme aracım olmuş.
Mesela, çalıştığım bir grubu, giydiğim markayı, gittiğim ortamı başkalarıyla aldatamam gibi. Sadakat-siz olurum.
Güveni sadece orada var diye kaydetmişim.
Veya bir kere oraya bağlandım ya, orada bana ölene kadar güvensinler, güvenebilsinler istiyorum.
Ben, artık orada olmamayı, yorulup sıkılmış olmayı, ara vermeyi bile isteme şansına sahip olamam.
Güveni sarsarım.
Bi yeri/şeyi “aldatamam”.
Tam söz vermişken yorgun, hasta veya sadece isteksiz olamam. Gebersem de sözümü tutmalıyım.
Yazarı seviyorsam, başka yazarla aldatamam.
Arkadaş, bi başkasıyla görüşerek arkadaşı aldatmış mı olurum.
Kuaför, bakkal, restoran hepsine sonsuz sadık kalmalıyım.
İçimi açarken de kısıtlıyım.
En yakın arkadaşlarımla içimdeki fırtınayı paylaşamayıp yepyeni ve çok sıcacık bir arkadaş grubumla paylaşınca artık diğer arkadaşlarımı aldatmış mı oldum, sevgimiz bitti mi? Küsecekler belki bana. Arkamdan vay şerefsiz karı diyecekler.
Bu sefer sadece onlara değil de bir başkasına da güvendiğim için başıma bir şey gelirse, suçlu muyum?
Güvenimi sarsanlar hep mi tek masum?
En sevdiğim gezi yerini bırakıp başka bi yeri gezerek o sevdiğim yeri aldatamam, başka bi yarış koşarak en sevdiğim yarışı aldatamam.
Yani genç bi üniversite aşkı ile tanıştığım aldatılma olayı benim ta o günden bugünüme kadar beni böyle et kemik fasya bu korku halinde tutmuş olabilir -mi- yani?
Pes.
O kadar güvenmeye ihtiyacım var ki, aşırı güvenilir olucam diye tükeniyorum. Mu? Öyle mi?
Ve bi yandan da, sırf aldatmış olmamak için, bir yerlerden aniden ve ansızın ve sessiz yok olmayı çok iyi beceriyorum.
Nerde Yonca?
Yok.. Kalmadı.
Asla gittiğimi -asla- anlamazlar.
Müthiş becerikli bir yokolucuyum. Saklanmayı çok iyi bilirim.
Öyle iyiyim ki, bağışıklık sistemim bile kendimi yoketmekte süper sinsi ve başarılı.
Bu hainin bi adı bile var: Lupus.
Sıkıldım sadakatimden.
Takıntı değil, korku. Korku dolu bu sadakat.
Sadakat tanımı ile çok yanlış anlaşarak aşık olmuşuz. Sadakatin binbir yüzü var. Ben tekini bütüne tümlemişim.
Kendi renklerimi, tek renge sadık kalmak için hapsetmişim.
Ayrılık korkusu, ayrılamama korkusu, aldatılma-kaybetme-aldatma korkusu.
Bir günah gibi.

Bazı Günahlar Neşeli

Utanç, rahatlamama, sakinleşmeme, bir nefes alıp dinlenmeme engel olan güçlü, kudretli bir araç.
Odamda yalnızım ve karşıdaki ağaç beni böyle uygunsuz otururken görecek diye utanırken kasıyorum ve rahat bırakamıyorum kendimi.
Ağaçtan utanıyorum.
Bayrağımızı asmışım balkona, en çok ondan utanıyorum.
Kurgu değil, gerçek duygu.
“Çok ve az, sade ve abartı” benliğime sirayet etmiş.
Ya çok çok olursam ok, veya hiç olursam. Ortalarda duramam ben.
Yasak.
Yassah.
Canım az acımaz. Az beni acıtamaz. Çok acırsa ben duymam.
Az acırsa canım kimse görmez. Duymaz. Canım aşırı yanarsa, yine bana kızarlar.
Bari kızsalar. Görmüş olurlar acıyan canımı.
Saçma sapan alışkanlıklar.
Bak hepsinde özne dışarıda.
Duymasınlar ulan beni. Beni duyan gören başkaları var.
Ya, bırak başkalarını gardaş, bırak bırak bırak. Bırak ben varım. Kendim.
Me myself and I. Some others.
Gör kızım kendini. Sevincini, üzüntünü, acını, yorgunluğunu. Bi de kendin vurma kendine..

Vurma👊

Kendimden hoşlanıyorum. Bunun hiç mi önemi yok, az önemi de mi yok?
Bu çok önemli değil mi?
Veya arada beğensem, hatta beğenmesem de tamam ve yeterli.
Bence öyle. Oh. Mis.

Bazıları için kaçmak büyük cesaret. Vazgeçmek çok kolay. Cesurlar vazgeçmek ve fikir değiştirmekte.
Kaçmakta cesurlar.
Ben, beni acıtsa bile kalmayı, istemesem de halletmeyi cesaret sanıyorum.
Anlam ve tanımlarım çok keskin, köşeli. Bir pastayım ve tek bir tarifim var ve asla değişemez; yeni tatlar eklenemez, çıkarılamaz gibiyim. Zevkim, rengim, keyfim, ihtiyacım değişemez. Mümkün olabilir mi bu?
Değişmeyen tek şey, değişim, demişti kimse biri.

Durmak isterken canım; yapmak söylemek kendimi tehlikeye atmak ve hasta edene kadar kendimi “aşmak” cesaret diye anlamışım.
Yanlış anlamışım.
İnsan yanlış anlayabilir.
Ben yanlış anlayabilirim.

Birisi ürkünce, hazır hissetmeyince, vazgeçiyor mesela konuşmaktan. Bırakıyor. Korkuyor. Yapamıyor.
Bu da cesaret.
Ben zorla zorlarım kendimi konuşmaya, hem de acele, hemen şimdi. Mecbur ederim kendimi.
Hadi hadi hadi.
Hangi kitabımda olacağına karar veremediğim Mecbure karakteri, adını hem bundan, hem de o eski büyük yengeden aldı.

Bize yapılanlara, bana yapılanlara, anlayamadıklarıma çok üzgünüm.
Immaturity.
Saflığımı, vicdanımı çok sevdim. Yine de üzgünüm.
Bu sabah, içimdeki o saf ve vicdanlı genç kızın saf saf yaptığı iyiliklerin karşılığında yediği kazıklara pek üzgünüm.
Üzüntümü def etmek için acele edince, hiç olmuyor. Çok gıcık. Üzüntü gideceğine, yapışıyor saça yapışan sakız gibi.
Bi dur lan Yonca, dedim. Bi dur da üzül be yavru kuşum. Üzülmekten kaçma.
Anlıyorum o kızı. Kurtlarla daha önce hiç tanışmamış; kurtlarla karşılaşırsa da anne babasının baş etme yönteminden başkasını bilmediği için; ancak daha iyi ve verici olursa kurtların kemirmeyi bırakacağını sanmış. Hoşt demek yakışık almaz diye, kurtlar bacayı sarmış. Bi hoşt yahu alt tarafı. Hoşt.
Vermiş de vermiş. Daha daha iyilik yapmış. İyilik böyle olsa, tüketmez ki insanı oysa.
Hoşt. Kışt.

Bak konu değiştirmek istiyorum, üzüntüden.
Dr. Özge Orbay’ın “Kahramanın Yolculuğu” yaşantı grubunda yaşadıklarımı; ne kadar büyük aydınlanmaları ne kadar incitilmeden anlama şansım olduğunu hakkıyla anlatamadığım; daha çok insanın gitmesine teşvik eden bi beceri gösteremediğim hissiyle ezik ve nankör hissediyorum. Bi de bunu hissediyor kendini eksik hissetme bağımlısı bünyem.
Oha Yonca!
Bu da mı suç?
Bunu da mı düşünüyorsun şu sabah?

Bana yüklenmeyen beklentilerim var kendimden.
Ancak o zaman saklanabilirim kendim için yapabileceklerimden.

Aslında Ginger için üzgünüm dememek için, yastan kaçmak için; bi de “aileden” birine kıl oldum onu itiraf etmemek için biraz da bu içdöküşler.
Oh. Bi dur.
Bi dur.
Açtım içimi.
Yazmak bu değil mi?
Y-azmak.

YOU MIGHT ALSO LIKE

Leave a Reply