Bölüm 25

♫♫♫♫

Bazı insanlar insanın içindeki canavarı çıkartıyorlar.

Hepimizin içinde uyumakta olduğuna inandığım bi canavar var.

Gerçekten var.

Öyle insanlara çatarsın ki, canavar hayatta uyanmaz. Kış uykusunda kalır.

Ama öyle bir denk gelirsin ki insanına, canavar birden uyanır ve ağzından alev püskürtür her yere.

Hayatımda en korktuğum insan türü de budur. İçimdeki kötülükleri su yüzüne çıkaracak insan türünden çok korkarım. İstemiyorum ben canavarımı uyandırmayı.

Uyandırtmasın kimse, dürtmesinler onu.

Uyusun dursun her neremdeyse.

Çünkü uyanınca, başkasından çok bana zarar veriyor her seferinde. Ağzından çıkan alevleri püskürürken sağımı solumu sonsuz yakıyor. Oysa püskürterek yakmaya çalıştıkları hep pişkin tipler, zırt kaçıyorlar.

Ne zaman canavar uyandı, alevler püskürtüp her şeyi yaktı, ben hasta oldum.

Gelemiyorum ben onunla yüzleşmeye.

İstiyorum ki, adı enayilikse enayilik kardeşim, mutlu masum ve kek gibi takılayım iyi şeyler peşinde.

Aval mı aval dolaşayım ortalarda.

Eskiden yapamadığım şeylerden biriydi affetmek. Hemencecik affedeyim.

Affedeyim.

Ki inanın bu konuda büyük gelişmeler kaydettim, ediyorum. Uzun tutmuyorum dargınlıklarımı. Yapamıyorum.

Karşımdakinden çok ben üzülüyorum. Harap oluyorum dargınlıklardan.

Bana göre değil(miş) küsmek filan.

Kavga da.

Hiç sevmiyorum.

Tartışmaya, anlaşamamaya sonuna kadar varım.

Ama sonunda oturup çay içelim mesela. Beyhan Teyze’min yaptığı gibi yapalım.

Hep.

Bi keresinde çok feci kavga ettik Beyhan Teyze’mle. Ben ağladım.

Eee o da Aslan kadını, ben de. Allah rahmet eylesin. Afacan kadındı.

Hep güzel andığım bir insan. Çok acayip güzel de bir kadın. Resim gibiydi. Tablo gibiydi Beyhan Teyzem.

İşte biz bu güzel kadın teyzemle çok kavga ederdik. Hiç anlaşamazdık. Yani çok iyi anlaşırdık tartışa tartışa.

En son kavgamızda hele, hiç unutamıyorum, hakkaten beni deli etti. Nasıl dediğim dedik, anlatamam. E ben de inadım inat bi tipim bu arada.

İşte o son tartışmamızda; “Teyze bak bu sefer bu sofradan sen kalkıyorsun, ben değil!” dedim utanmadan.

“Ben mi?” dedi, yüzünde o yandan bakan gülümsemesiyle.

“Evet, bu sefer sen benim kalbimi kırdın.” dedim.

“Peki o zaman…” dedi.

Kalktı.

Yan taraf onların yazlığıydı, oraya geçti.

Hepimiz durduk onun kalktığı masada.

Öylece kalakaldık. Kimimiz bana kızgın, kimimiz ona. Kimimiz; “E çok yaşlandı ondan…” filan diyor ama biliyoruz ki Beyhan Teyzem hiç yaşlanmadı. Hepimizden gençti daima.

Bizim aile hep böyle.

Kıran kırana, dan dun ne varsa ortada. Kimse içinde bi şeycik tutmaz. Bayılırız içimizi dökmeye saçmaya. Kahkahalar da aynı şiddette atılır.

Tartışmamızdan 5 dakka geçmişti sanırım. Ama hani bazı 5 dakkalar bi ömür gibi geçer ya, öyle geçmişti gibi.

Kimseden çıt yok.

Aaa, o da ne?

Bi baktım Beyhan Teyzem, saçları kızıl ve muhakkak bigudili yapılmış, dudaklarında kiraz rengi ruju, elinde fiyonk yüzüğü ve insanı delip geçen cinnn gibi bakışlarıyla kafayı o asma dallarının arasından uzatmış bize bakıyor.

“Hayrola teyze?” dedim, bi hışım.

“Çayı demledim de, burada mı içicez orda mı?” demez mi en afacan ve hiçbir şey olmamış edasıyla tatlı tatlı hepimize.

Kahkahayı bastık hep beraber.

“Ya teyze ne biçim insanın sen ya! Şurada iki dakka huzurla sinirli kalamayacak mıyız ya, bu nasıl karakter?” dedim kahkahayla.

“E nasıl olsa yarına unuturuz, bari beklemeden erkenden özür dileyeyim dedim. Çayı demledim diyorum. Nerede içelim, siz onu söyleyin!” dedi.

Hepimiz onun tarafına geçtik.

Çaylarımızı keyifle içtik.

Unuttuk.

Ama unutamadık.

Unutamadım.

Özlüyorum.

♫♫♫♫

Ben kırmızı rujlu kadınların kızıyım.

Evet evet, bunu daha şimdi yeni, şu an fark ettim. Annem hep her daim kırmızı rujunu sürer o ayrı ama, Beyhan Teyzem, Neriman Teyzem, Gülşen Teyzem de her daim bakımlı ve rujlu idi.

Ayol ben bunu nasıl fark etmemişim geçen sayfaya kadar bilmem.

Bi sevindim ki anlatamam.

Milletin bugün Mars’a indiği şu günde, benim buna sevinmem ayrı bi tartışma konusu gerçi.

Ama etrafımdaki kadınların hepsinin kendilerine has, inatçı, meydan okuyan ve güçlü bir duruşları var. Dı.

Ve hâlâ var.

Yengem de öyle. Dayımın karısı yengem.

Ben yengemin adının Emine olduğunu 13-14 yaşımda anladım, bilmem buna kaç puan veriyoruz?

Hani öylesine şapşal bi yanım da var.

Herkesin “yenge” dediği birinin başka bir adı olamazdı ki! O benim, bizim hepimizin yengesiydi.

Nokta.

Diyeceğim o ki, o su yeşili renkli gözlü yengem de minnacık bir mankendir benim.

Bir bakış atar, nereye kaçacağını bilemezsiniz ama. Dedi mi, der yani. Baktı mı oturtur.

Geliyorum teyze kızlarım, dayı kızlarıma ve onların çocuklarına…

Al işte herkes de aynı şey. Ruj kesin var.

Bakımsızlık yapanı sanki paralayan var, o kadar ciddi yani.

Ailedeki gelinler damatlar da öyle, hep bakımlı.

Zaten sağ olsun Beyhan Teyzem, hepimiz ondan sürekli nasıl da tiril tiril tertemiz giyinmiş ve ayakkabıları mahallede tak tak ses çıkaran enişteme aşık olduğunu dinleyerek büyüdüğümüz için, hiçbirimizin gidip bi saç sakal birbirine girmiş Hippi’ye aşık olması mümkün olamadı.

Beynimiz o yönde erkenden yıkandı.

Eee ağaç yaşken eğilir misali, eğildik.

Komedi.

Ailedeki adamların işi ne zor anlayın hele.

Bizde kadınlara değil de erkeklere baskı var daha çok. Sözümona adamlar kendi bildiklerini yapıyor gibi görünseler de, son söz hep kadınların. Bütün kadınlar bildiğini okur. Burnunun dikine.

Ruj gücü!

Kırmızı.

Ateşli.

Cesur işi.

Çatır çatır vallahi.

Gülşen Teyzem hele, her daim gülen Gülşen Teyzem, adı gibi insan, belinde silahla gezermiş mahallede eskiden. O kadar diyim, ötesini siz anlayın gari. Belinde silahıyla gezen, içi yumuşacık bir ebe.

Neriman Teyzem ise öğretmendi. Sapsarı saçları, masmavi gözleriyle sert görünen yumuşacık bir kalpti. Bana bütün Atatürk şiirlerini o öğretti. Abartmıyorum, Atatürk gibi de bakışları vardı. Şakası yok bu benzetmenin ama öyleydi. Ve gelin görün ki o sert bakışlara rağmen, dünyanın en yufka yürekli, en çok çocuk seven insanıydı. Bana ilk dolmakalemimi o vermişti.

Hay lanet olsun çocukluk işte, kaybettim o güzelim dolmakalemi.

Dolma-kalem…

Ne severdim bu iki kelimeyi ayırarak söylemeyi.

Hala severim.

O dolmakalemin benim için şu anda neler ifade edeceğini bileydim, kaybeder miydim hiç!

Yazıklar olsun bana.

Eniştelerim ayrı bi efsane, dayım ayrı.

Halis Eniştem asker ve upuzun bi adam.

Kocaman.

Beni Anıtkabir’e ve hatta ailenin tüm çocuklarını Anıtkabir’e götürmekle sorumlu bakan gibiydi.

O koskoca asker eniştem, bacağının çeyreği sığmayan masa altına bana salıncak kurar, içinde beni sallardı iyi mi!

Esat Eniştem deseniz, bankacı. Amma velakin ailede balık ve balık tutmakla ilgili sorumlu Bakandı. Bütün çocuklara balık türleri ve ne zaman avlanmalılar-ne zaman avlanmamalılarla ilgili tüm bilgiyi o aktardı.

En iyi balık onda yendi.

En iyi lahana ve havuç salatası onunki. Öyle ki, kızıma hamileyken aşerdim. Şaka gibi, hiç üşenmedi, kalktı İstanbul’dan İzmir’e geldi yaptı, yedirdi. Allah ona uzun ömürler versin…

Erol Eniştem, efsane parlamenter… Dürüst, sağlam, erdemli politikacı. Eski Manisa Valisi.

Ciddiyet, tutumluluk ve çalışma bakanıydı ailemizin.

Çalışmayanı hiç affetmezdi.

Yemin ederim ben böyle adam görmedim, son nefesine kadar çalıştı. Ve hatta son nefesine kadar sporunu da yaptı.

Dayım…

Dayıların en dayısı.

Dev adam…

Kapı gibi derler ya, öyleydi. Güç simgesi. Güven simgesi. Her zaman dayanabileceğin kişi.

Bi kere konuşur, uzun sürer. Asla araya girmezsin. İstemezsin zaten araya girmek. Sözünü kesemezdi hiç kimse. Yolunu da!

Aile babası ve işletmeden sorumlu bakanımızdı.

Cömertlik profesörüydü.

Sanırım dayıma bi çocukla çıktığımı ilk ve tek söyleyebilen aile ferdi ben oldum.

Bunula da gurur duyuyorum.

Zor oldu ama yaptım.

Ooof anılar ooof!

Şu an deli deli bu güzelim cennetten kopma bahçede oturmuşum tek başıma ve çok duyguluyum.

Gözler oldu dolu doldu.

Yine.

Damlalar birikti ve gözümün içerisinde bi yerde duruyorlar.

Sanırım mola vakti.

Ailemin hikayesi bana sorsanız en güzel Çağan Irmak filmi.

Kahkahalarla gülerken, mendilleri tüketirsiniz ağlamaktan.

Ve hop hadi çay saati gelir.

Çay saatiMiz.

Olmadı yemeğe oturur birbirimizi yeriz.

Barışması beş dakikamızı alır.

Ne olcak ki!

♫♫♫♫

Bazen bazı şeyleri neden yazdığımı hiç anlamıyorum. Nasıl yazdığımı da!

Plansız programsız yazmak da böyle bir şeymiş. Bunu deneyimliyorum.

Ay nasıl rahatım anlatamam bu şekilde şekilsizce, başı sonu olmadan, kısıtsızca yazmaktan.

İçimden ne gelirse o ya, yok böyle bir rahatlama.

Gastede yer belli. Dar alanda kısa paslaşmalar alanı bi bakıma.

İnternet sonsuz, sınırsız ama yine de kendi kendinin sınırısın bi bakıma.

Sorumluluklar var. Ne bileyim, var işte. Yani 3-5 kere çok uzun yazdım, gastedeki köşemden taştı yazı. Sayfaya sığdırana kadar göbeğimiz çatladı. İnternette yapıyorum içim taşınca arada. Nasıl olsa sonsuz yerim var. Kimse okumaz sandım o kadar uzun yazıyı ilk başta, aman Allah’ım çok şükür okurlarım benden de çılgınmış, hepsini okudular. Ama yine de devamlı uzun yazmak olamıyor. Kasmıyım diyorsun ama yine de kasıyorsun demek ki! Bilinçaltın kasıyor seni.

Başı sonu belli olsun diyorsun.

Falan filan.

Ya da bazen “bunu oraya yazmayayım, çok alakasız oluyor” diyorsun. Binlerce bi oraya bi buraya zıplayan bi ruh hali. Ben halleri.

Kimi zaman gündem denen şeye kitlenmek zorunda hissediyorsun. Kitleniyorsun da.

Oysa tek bir baskı yok. İnsanın üzerindeki en büyük baskı, kendi bilinçaltının üzerinde yarattığı baskı. Hayatımda Hürriyet’teki özgürlüğü başka yerde görmedim ben. Kendimi hep aşırı şanslı hissettiğim için de imzamı öyle attım.

Hürriyet Dünyası’nın Şanslı Uzaylısı.

Öyleyim de.

Hür ve şanslı.

4 yapraklı.

Yonca.

Ben.

YOU MIGHT ALSO LIKE

Leave a Reply