Bölüm 1

Baykuş’la Zeytin’in Hep Mutlu Buluştuğu Ev’deki

çocuklarıma adanmıştır…

Bi de

Hayatımın ince detayına…

Annem… Babam…

Sayenizde hayattayım ve yaşıyorum

Çok şükür!

Hayatımdaki herkese ve her şeye

Anlayış gösteren göstermeyene

Teşekkür ederim.

♫♫♫♫

Bir kitaba nasıl başlanır, ilk ne denir, mantığı nedir filan hiçbir fikrim yok şu anda.

Günlerden 19 Haziran.

Emirates Havayolları’nın Dubai’deki pek havalı Lounge’ında oturmuş; “Ya şimdi, ya hiç Yonca!” derken buldum kendimi ve hopadanak başladım yazmaya.

***

Hayatımda hiç, bir havaalanına tekerlekli sandalye ile geleceğim aklıma gelmemişti.

Hayatımda hiç, herhangi bir yolculuğa 1 hafta öncesinden bu kadar stres yapıp, garip bir “utanma, sıkılma” duygusuyla hazırlanacağım da aklıma gelmemişti.

Hayatımda hiç, bir havuza atlarken topuğumu kırınca “sabır ve azim” öğreneceğim de aklıma gelmemişti.

Ben sabırsız ve “kaypak azimli” bir kadındım. Yani çok azmettiğim bi şeyi çok sıkı ve inandırıcı bahanelerle yapmayı bırakabilen cinsten bi insandım. Hatta öyle inandırıcı bahaneler bulurdum ki, hiç kimse, kendi ruhum bile duyamazdı gerçekleri.

Hatta bunca zamandır yazmak istediğim onca karışık kuruşuk şeyi bir kitap olarak yazmayı şu an, yani en güçsüz, en yıkık dökük olduğum anda; hele de bir kadın olarak en içi kırık halimde ve üstelik kendimi çirkin filan hissederken yazmaya yelteneceğim ve hatta hareket özgürlüğümün en kısıtlı olduğu şu dönemde yazacağım ise asla ve asla aklıma gelmemişti. (Ta ta ta taaa! İşte ilk nefes alınmadan kurulmuş Yonca cümlesi)

***

Aklım öyle karışık, içim o kadar dolu ki!

O yüzden buraya içimden gelen karışık kuruşuk her şeyi yazıcam. Eğri veya doğru. Yalan veya yanlış. Gerçek veya hayal ürünü. Hayal ürünü ne güzel bir tanımlama. Hayal ürünlerimi de yazıcam. Hayallerimle gerçeklerim birbirine karışmış olacak.

Karışık kuruşuk…

Yaz anasını satayım Yonca!

Yaz kızım, yaz.

Yazıyorum.

Kafam bozuk, imlam da!

Bakın baştan söylüyorum, buradaki her hata, sevap ve günah benim haneme yazıla.

Affola.

Bakarsınız yazdıklarımda;

Bi annelik olur,

Bi babalık.

Bi çocuk olurum,

Bi yaşlı.

Bi kadın olurum, bi erkek.

Bi sporcu olurum,

Bi sürüngen.

Artık şu klavye nereye giderse o yani. O yüzden içindekiler diye bi şey yok. Ne çıkarsa o sayfada bahtınıza, o.

Tek dileğim var; okuyunca üzerinize ölü toprağı serpmeyen bi kitap olsun.

Amin.

Hafifcecik olsun bu kitap. Uçsun gitsin bi yerlere. O minik kuş tüyü vardır ya hani, rüzgarla savrulur gider, hah işte tam öyle.

Umarım başarırım.

Ha bi şey çıkmazsa da, hakkınızı helal edin.

Helal edin; çünkü ben sadece şu bi tanecik kitabı elime almak istedim.

Bi tane kitabın basıldığını görmek, onu elime almak, kendi korkularımı bu kitapla yenmek istedim.

Cesaret bulmak istedim.

Tecrübe edinmek istedim.

Her şeyde aslanlar gibi kükreyen ben, bu konuda ödleğin tekiyim.

Yani yazılarım ve kitap konusunda ödleğin tekiyim.

İki tane daha kitap yazdım bundan önce; biri kısa hikaye, biri roman ve onlar evde öyle duruyorlar. Bastıramadım. Nedensiz. Bekleme hastalığına tutuldum.

Bunda karar kıldım.

Lanet olsun, içimden geldiği için yapmak istedim anlatabiliyor muyum kendimi?

Birileri için, bi şeyler için değil, sırf benim canım bunu yapmayı çok istediği için istedim.

Gözümüzde her şeyi büyüten, sırf keyif için bir şeyler yapmayı kendimize haram gören bir ırk olduğumuz için yapmak istedim.

Yıllarca yazmaktan korktum. Sonra yazdıklarımı paylaşmaktan korktum. Sonra paylaştıklarımı arttırmaktan korktum. Yargılamalardan, ötekilerin ne diyeceğini düşünmekten korktum.

Bunca korku iyi gelmedi bana. Mahvetti beni.

Bi arkadaşım -ki onunla tanışmamız tesadüflerin daniskasıdır- Ankara Keçisi F. derim ona, zar zor ikna etti beni. Sonra bi şekilde gerisi geldi.

O andan sonra da, her şeyi paylaşma kabiliyeti daha geniş bir insan oldum gibi. Yüreğim genişledi. Korkularım teker teker yok olma yoluna girdi.

Neden korktuğuma dair tek bir fikrim yoktu ama. İnsan bazen en çok bilmediği duygudan korkuyor ya zaten.

Uzunca süre, olması gereken şeyleri yapmak için kendimle savaştım. Yapmak istediğim şeyleri hep bi kenara bıraktım.

Çok feci kaybettim o savaşları.

Ve bi sabah, bi pazar sabahı, kestim göbek bağımı istemediğim şeylerle.

İnsan doğmak istemezse doğmaz ki!

Öyle inandım yani.

Doğmak istedim gibi.

“Sadece ama sadece yapmak istediğim şeyleri yapıcam. Sadece içimden geldiği gibi olucam.” diye kendime söz verdirdim.

Midem bulanmayacak böylece. Sonsuzca dinlenik olucam. Sonsuzca yorulurken hiç şikayetçi olmıycam.

Geçen sene bi kitapta bi cümle okudum ve okuduğum o cümlede kaldım çünkü;

Christopher McDougall’ın yazdığı “Born to Run” (“doğuştan koşucu” diye çevirebilirim belki, ya da, “koşmak için yaratılmış” da olabilir) adlı kitapta okumuştum.

Can Dostum Görev Bilinçli Kırmızı A. almıştı kitabı bana.

Can Dostum Görev Bilinçli Kırmızı A. da birinden duymuştu kitabın ne harika olduğunu, nasıl müthiş bir şey anlattığını. Benim seveceğimden emindi. Çok sevdim evet o kitabı.

Şöyleydi o kitaptaki müthiş önemli cümle:

(devamı gelecek…)

 

YOU MIGHT ALSO LIKE

Leave a Reply