Bu iki kelimeyi yan yana ne zaman duysam aklıma ilk gelen Kenan Doğulu. Ama “Tutamıyorum Zamanı” şarkısının 11-12 dakikalık canlı ve uzun versiyonuyla.
Önce şu detayı yazmam gerek; şu anda eski, antika, kahverengi bir dikiş makinası üzerinde yazıyorum. Düsseldorf’ta bir Pazar günü.
Sabah Ren Nehri kıyısına koştum. Köprüyü geçtim. Geçerken köprüden aşağı baktım. Meraklıyım. Nehrin kıyısında bir sürü taşla dizilerek yapılmış taştan kalp-ler gördüm. Ren Nehri’nin yeşil kıyısına indim, küçük taşlardan bir kalp de ben yaptım. Küçük oldu, benim oldu. Ben gibi oldu. Benim küçük taşlardan kalbimin içinde bir dolu küçük taş olduğunu fark ettim. Kalp küçük ama çok şey sever dedim, yine koştum, diğer köprüye çıktım, yağmur rüzgar yedim, otele gittim, duş aldım -saçlarımı yıkamadım çünkü saçımdaki kırmızı aksın istemiyorum- hızlıca giyindim. Yağmur yağıyor bardaktan boşanırcasına. Sarı yağmurluğumu giydim, ayağıma gençlik aşkım Dr. Martens’lerimi, sarı siyah arı çoraplarımı geçirdim, çıktım otelden, yürüyerek Covent Garden diye bir kafeye geldim…Yazıyorum.
“All I need is the Air” çalmaya başladı. The Hollies’den olan ama. Eski. Simply Red çok sonra yaptı hani. Yeni.
Sometimes.. All I need is the Air that I breath and to love you… diyor.
Bazen.. Tek ihtiyacım olan şey aldığım nefes ve seni sevmek… yani.
Ne güzel diyor. Ben bunları fark edip yazana kadar, şarkı bitti.
Tutamıyorum Zamanı’nın bu dediğim 11-12 dakikalık caz ve canlı versiyonu, daha yeni çıkmıştı, o zaman, kimseler pek bilmiyordu. O kadar uzun zaman süren bi şeyi dinleyesi yoktu kimsenin belki de. Bense uzadıkça uzamasını sevmiştim.
Birkaç kişiye söyledim, kimse oralı olmadı. Ben de Ertuğrul’a (Özkök) haber verdim, o zaman, “bi dinle ne olur” diye. Dinleyip köşesinde yazınca ne mutlu olmuştum. O şarkıda bi zaman vardır, tutamadığın. Hadi ya 🙂
Sözleri de beter bi şey.
Beter Böcek filmi geldi bak aklıma “beter” deyince. Bazı kelimelerin kendine ait hikayesi var söylediğinde hatırlatan. “Binbir” dediğinde aklına gece ve masallar gelir ya, öyle.
“Day-O – The Banana Boat Song” gelmez mi insanın aklına Beter Böcek gelince. Gelir tabi. Benim geliyor.
Çok seviyorum böyle olmayı.
Daldan dala.
Çocuklarla dinlemeyi en sevdiğim şarkılardan biri de o. The Banana Boat Song. Komik danslar yapabilirsin çalınca. Harry Belafonte ne tatlı bi çığırma ile söyler. Çakır keyif söyler gibi. Gülesin yokken güldürür o şarkı seni. Zaman gibi çıkar iner, kalp gibi atar. Adım atarak söyleyebilirsin, tempo tempo. Yürüyebilirsin dinlerken. Akarsın işte, zaman gibi.
Tutamıyorum Zamanı da sözünün müziğidir ya zaten.
Sakız gibi uzar, ölüm gibi durur, girdap gibi boğar, can suyu gibi umutlandırır, tehdit gibi savurur, demedi deme dercesine uyarır, zaman çaresizdir de tek çaresi de kendidir. Öldürür de uyandırır, gözünü açar da pişmanlığı haykırır.
Kenan ve Beren ne oldu acaba sorusu pat diye içime düşer pişmanlık ve haykırış dediğimde. Beren Saat ne müthiş bir şey yazdı bu evlilik ve boşanma şeysi üzerine. Herkes boşanmayı yazıyor da kimse oraya kadar ne yaşanıyor onu yazmıyor gibisinden, haykırdı ya… ne gerçek bi çığlıktı. Yaşayan bilir ya!
Yağmur yağmaya devam ediyor yan penceremde.
Kahvem bitti. Kekim de.
Penceremden baktığım yerde bisikletler var, park etmişler. Bi yerden gelmişler, kesin bi yerlere giderler. Şu anda duruyorlar bu durakta.
İnsan sesleri var, ne dediklerini hiç anlamıyorum. Anlamak için de kafa yormuyorum. Kahve kokuyor. Ekşi maya ekmek kokuyor. Otelin dibinde 100 tane kafe varken -bi kahve için- 25 dakika buraya yürüdüğümü düşünüyorum yazarken.
Resepsiyona nasıl yaklaştığımı, üzerimde sarı yağmurluğumla, resepsiyoniste nasıl da bir yazar olduğumu, wifi olan, kahve olan, turistik olmayan, yerel, doğal, sıcacık bir yer aradığımı söylediğimi düşünüyorum.
Ne güzel söyledim ne istediğimi. Zamanla öğrendim neleri istediğimi dümdüz söylemeyi. Kaybedecek neyim var ki ne istediğimi net bir şekilde söylediğimde…
Böyle bir yer bilmediğini söyledi bana. Zorlandım yardımcı olmakta dedi, nezaketli. Buralı değilmiş. Üzülmedim. İçimde bir sevinç, sırf tanımadığım o kişiye yazar olduğumu söylediğim için.
Şömineyi de o zaman fark ettim işte.
Şöminenin dibine gidişim, ateşe bakışım, cep telefonumda Foursquare uygulamasını açıp istediğim gibi bi yer arayışım, Covent Garden denen bu yeri görüşüm, uzaklığına bakıp 25 dakika yürürüm ben ne olacak deyip sokaklara, yağmurun altına pıt diye kolayca düşünmeden çıkışım. Dümdüz yürüyüp yağmurda sırılsıklam kapısına varışım. Yolda kendime gülüşüm. Sokaklarda o saatte yüürüyenin bi ben oluşum. Oysa çok da erken bi saat değildi bence. Yabancı olmak bir şehre, dilini çok da hatırlamamak lisede onca yıl okumuş olmaya rağmen. Görünmezlik hissi ne güzel bi zaman dilimi. Almanya deyince Patricia Kaas açıp D’Allemagne dinlemek mesela, dün. Fransızca. Dündü o ama. Ben bugündeyim şu anda.
Portakallı bi çay istedim.
Garsonla çok anlaşamamamızı da sevdim.
Gülümsedik. Anlaştık bi şekilde.
Konuşmak zorunda olmamayı sevdim.
Tutamıyorum zamanı.
Kim tutmak ister ki, yazdığın yazıya portakallı çay kokusu yayılırken dumanıyla birlikte.
Yonca
“Sarı Civciv”
Düseldorf, Covent Garden
6 Ekim 2019
Saat: 12:36
Ankara Lycée Charles De Gaulle Lisesi ardından Boğaziçi Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okudum.
7 yaşında gazoz kapağı toplamakla başlayan; orta, lise ve üniversite eğitimi sırasında devam eden farklı iş deneyimlerimi saymazsak, üniversite sonrası sırasıyla; TÜSİAD, Sarkuysan, Commercial Union Sigorta, Yaşar Dış Ticaret gibi şirketlerde farklı görevlerde çalıştım.
Leave a Reply