• 08/10/2019

100km Ultra Maraton koşmak – Likya Yolu Ultra Maratonu Raporu

100km Ultra Maraton koşmak – Likya Yolu Ultra Maratonu Raporu

100km Ultra Maraton koşmak – Likya Yolu Ultra Maratonu Raporu 960 640 Yonca Tokbaş

27 Eylül 2019 Cuma, saat 17:00 gibi, Antalya Çıralı’ sahilindeki Likya Yolu Ultra Maratonu kamp alanına geldiğimde, 100km koşmak için yazılmadığıma çoktan pişmandım. Set Adventures ekibinin elebaşısı Tolga Gözüm, çadırda teknik bilgileri verdiği “teknik toplantı”yı yapıyordu.

Likya Yolu Ultra Maratonu teknik toplantıları otağı çadırlarında olur. Keçi kılındandır çadır. Kendine has bir kokusu vardır. O koku tüm sene burnumda tüter. Ultracılar, içinde yerde oturup teknik bilgileri dinler, sorularını sorarlar. İlk defa patikada koşacak, ultra koşacak (trail koşacak) birileri için, büyük bilinmeyenlerle dolu o yolculuğun ilk adımı bu çadırda oturup anlatılan teknik detayları dinlemekle başlar. İlkse, neyi nasıl dinleyeceğini de pek bilmezsin. Başka ultraları, patikaları koşmuş olsan da, her bir yarış yeni tecrübe, yeni bilinmeyendir. Hiçbir patika bir diğerine benzemez.

2012’de Uzunetap’la ilk buluştuğum Likya Yolu Ultra Maratonu’nda “teknik toplantı” bana bilmediğim bir ülkede, bilmediğim bir dilde toplantıya katılmışım hissi vermişti. Soru da soramadımdı utancımdan. Bir ben anlamıyordum sanki denilenleri. Yanımda getirdiğim malzemelerin saçmalığından da öyle mahçuptum ki, başka bir şey düşünecek halde değildim. Başıma ne gelecekse gelsin demiş, teslim olmuştum. Gide gele tecrübelendim tabi. İnsan her şeyi yola çıkınca öğreniyor.

Bu sene, 37km Gelidonya parkurunu koşmaya çok önceden karar vermiştim. Ezelden beri en sevdiğim parkurdu. Gelidonya Feneri’ni kapsıyordu. Bence, rotalar arasında hem zor, hem de en güzel rotaydı. Adım adım bildiğim bir rota. Gözü kapalı koşarım Gelidonya’yı. 2012’den beri Likya Yolu Ultra Maratonu her yapıldığında koştum. Hatta 2017’de bu parkurda kadınlarda birinciliğim de var. En büyük gururum ve aşkım.

Bu yıl yaşadığım çeşitli sıkıntılar, yapamadığım/eksik yaptığım antrenmanlar bana bari 1 kere olsun akıllı ol kızım Yonca dedirtmişti. En son, en uzun koştuğum mesafe Mart Ayı’nda koştuğum Barselona Maratonu’ydu. Yazın, kısa uzun demeden düzenli koşmaya devam ettim. Yüzdüm. Kuvvet de yaptım. Ama işte Likya Yolu, hele de günlük 37km ve üstü koşucam diyorsan, biraz farklı bir özen istiyor. Başka hiçbir patika koşusuna, ultra mesafeye benzemez o rota. Aşağıda nedenlerini detaylıca anlatacağım.

İnsan koştukça koşası, spor yaptıkça yapası geliyor, çok şey öğreniyor, öğrendikçe her şey giderek daha yetersiz geliyor gözüne. Hep daha fazla neler yapabileceğini düşünen, daha bilinçli bir sporcu oluyorsun. Bi yandan da benim gibi, 2008’den beri 11 yıldır, çeşitli yarışları koşup antrenman yaptığın zaman da, yaşam şeklin bu olunca yani, kanıksadığın gerçeğin sana kendine karşı hep fazla eleştirel yaklaşmana da neden oluyor. Bi şeyi tam yaptığın zamanları özleyip azıcık eksik yapsan hiç yapmamış gibi düşünmekten kaçamıyorsun. Antrenmanım eksikti evet. Ama hiç antrenmansız da değildim. Tecrübelerimse beni her seferinde hep kurtaran en büyük zenginliğim. Patikaları, doğayı sevmek işimi başkalarına göre nispeten kolaylaştırıyor. Doğada “Yonca Hayvanı”yım ben. Birçok insanın konfor alanı dışında kalan doğa benim yuvam gibi.

Döneyim çadıra, kaldığımız yere.

Tolga Gözüm 100km rotasını  anlatıyordu demiştim. Rotayı dinlerken ağlamaklı oldum. Kendimden vazgeçmelerim, içimde bastırmaya çalıştığım kişisel öfkelerim, yolda canımı sıkan bi şeyler filan derken doluydum. Otele yerleşirken benim odamı Damla ve Çağla’ya yanlışlıkla verdiler diye hatta, saçma sapan tepki gösterdim, utandım. Kendimi terbiyesiz hissettim. Öfkeyi yanlış yerlere yansıtmamayı bilecek kadar büyümüş olmalıydım, ama yok. Demek ki hava kaçırıyordu içimdeki düdüklü.

Bunları düşünerek kayıt masasına  gittim. Ekip beni, ben onları, birbirimizi çok iyi tanıyoruz. Ailem desem yeridir. Zaten yanımda 37km için gereken tüm malzememle gelmiştim ki, çanta kontrol işim bitsin, göğüs numaramı alayım. Kıvanç Ergun, Adım Adım’dan kaç yıllık arkadaşım, bu sene yarışta koşmak yerine organizasyonda gönüllü olmaya karar vermiş. Onu gördüğüme çok sevindim. İçimi kemiren soruyu dayanamadım sordum Kıvanç’a:

“Acaba 100’mü koşsam Kıvanç?”

Kıvanç kahkahayı bastı. “Şaşırdık mı! Hayır. Yoncacım hoş geldin.” dedi.

Bi çadıra koşuyorum, Çağla ve Damla ile konuşuyorum, Seda’ya soruyorum, bi kayıt masasına gidiyorum. Deli danayım. İçim içimi yiyor. 100km parkurunu da çok iyi biliyorum. 2016’da Likya Yolu Ultra Maratonu 6 gün süren çok etaplı ultra olarak yapıldığında, 255,89km’lik kategoriyi Bakiye Duran ile tamamlamıştım. 100km parkuru, o sene o 255,89km içindeki 5. ve Uzun Gün denilen etapta koşulan parkurdu. 2016’da, 106.1km olarak koşmuştuk bu rotayı. Bu rotanın en gıcık yeri Finike’ye sonsuzca inen o dik yokuş kısmı. İnsanın ayaklarını, dizlerini asfalt tokmakla döver gibi döver kilometrelerce. Sonrasında da, düz diye sevindiğine pişman eden Antalya-Kumluca sahili gelir. Koş Allah koş, 30küsür km düzlük bitmez. Küçük taşlı, kumlu sahili de cabası, çok zorlar. Testere filmi çeker o düzlük ve sahil ayaklarında. Deliresin gelir de deliremezsin kontrol noktasını görüp de varamadıkça. Bunları biliyorum ben. Biliyorum da ne oluyor! Teknik toplantıyı dinlemeye çalışıyorum bi yandan da. A a o da ne? Tolga: “Kumluca sahili asfaltta koşacaksınız, kuma çıkmayacaksınız.” demez mi! O an bende şalter indi işte. Elimi kaldırdım, “Tolga o kısımda kumdan koşulmuyor mu yani?” diye sordum. Tolga sesimi duydu, beni gördü, gözünü gözüme dikti, “eyvahlar olsun Yonca yine delirdi” gibisinden bi saniyeliğine baktı ve “Hayır kuma çıkmıyorsunuz Yonca…” dedi. Başka soru sormadım. Çadırdan çıktım, kayıt masasına gittim. “100k kayıt için bir engelim yok değil mi?” dedim. Yok dendi. Zorunlu malzemelerim zaten tamam. Gıda, bana ait olan sorumluluk. 100km için uygun takviyem ve gıdam yok, doğru. Sorun değil, çözerim. Sağlık raporlarım tamam. İçimde deli bir fırtına, start alanına hareket edecek otobüs 12 dakika sonra kalkacak ve ben ne ara otele gidip eşyalarımı giyip yetişeceğim o otobüse! Brifing bitiyordu. Aylin Savacı Armador’u gördüm. Likya Yolu Ultra Maratonu ilk yapıldığı sene katılıp koşan bitiren ilk Türk kadınıdır Aylin.

“Yonca, Likya kadınları olarak hazırız, burdayız, hadi..” dedi.

“Aylin yapar mıyım?”

“Yoncacım, Yaparsın. Yapamasan ne olur? Gittiğin kadar gidersin. Senin canın istiyor zaten. Yolu da biliyorsun. En kötüsü nedir ki, koştuğun kadarı cebine kar kalır. Olmadı Pazar yine 37km koşarsın. Hadi..” dedi Aylin. “Gelidonya’mı göremezsem diye endişem…”. “Gelidonya’yı görmeden bırakmazsın sen…” Doğru söylüyor Aylin. Beni biliyor. Koştum çadırın içine Tolga’nın yanına. “Tolga bana bir şey de, 37-100?”. “Yonca, 37 olsun temiz olsun. Finike iniş sinir biliyorsun. E sonrası da uzun uzun karayolu. Yani yine de sen bilirsin; ama sen şimdi beni dinlemezsin zaten” dedi. Tabi o da haklıydı. Beni çok iyi tanıyor.

Umut Can Temiz, “Abla ben senin göğüs numaranı alırım” dedi. Avukat Hasan Ayaz, ilk Likyalı, en zor zamanımda taciz davamın avukatı; “Yonca sen hazırlan biz seni starta arabayla yetiştiririz” dedi. Damla ve Çağla “başka ne lazım biz sana alalım” diye bağırırken arkamdan, ben otelime koşuyordum. “Çokoprens ve tuzlu çubuk kraker” diye bağırdım, “tek ihtiyacım olan bu ikisi”.

Otelde odama girdiğim gibi üstümdeki şortu-tişörtü çıkarttım. İç çamaşırlarımı değiştirecek zaman yoktu. Boşverdim. Koşu eteğimi giydim. Kırmızı. Gelirken ayrı bir yarış çantası yapmıştım içinde bütün her şeyim vardı diye düşündüğüm. Onu olduğu gibi kaptım. Yarış tişörtümü giydim. Beyaz. Datça’dan 8 saat araba kullanarak gelmiştik. Yorgundum. Bi gece önce hey maşallah rakı balıktan eksik kalmamıştım. Araba kullanmak çok yormuştu, sabahın körü çıkmıştık yola, çok uykusuzdum. Olsun. Telefonumun şarjı çok azdı. Hay bin kunduz! En kötüsü buydu; çünkü şarjın tam olması önemli bir güvenlik konusu. Taşınabilir şarj cihazımı kaptım. Starta kadar şarj ederim elbet. Telefonu video çekim için kullanmam olur biter.

Gıda ve takviye o an gözümdeki en önemsiz sorundu, bunu 2016’da öğrenmiştim. İnsan az besinle çok iş yapabilen bir canlı. Bize tam tersini yaptıran da yediren de can sıkıntısı çeken çektiren düzen. Zaten organizasyon gereken yerde çorba, makarna ve türlü çeşit gıda veriyor. Hallederdim. Normalde böyle uzun mesafe için kullanılan jeller, özel yiyecek içecekler filan da var, tuz mineral dengesi için, ben yanımda 37km için 1 jel, bir de içinde çiğnemeliklerden olandan getirmiştim. 100km için yetersizdi. Olsun. Ben de verilen gıdalarla ki öylesi bence daha iyi, eksik giderecektim. Dubai’den gelirken koca kutu hurma getirmiştim yarış öncesi herkesle paylaşmak ve yanıma almak için, onu tamamen unuttum iyi mi! Kırmızı rujumu ve simimi de cebe attım ve odadan fırladım. Kendimi yola koşarak attığım sırada Hasan ve Aysin’le karşılaştım, beni yetiştirmek için gelmişlerdi, sağolsunlar. O sırada starta giden yarış otobüsü yanımdan geçmez mi! Çığlığı bastım, el kol hareketleri yapıp çırpındım, “Duruuuuun!”.

Otobüs azıcık gitti, eyvah, durmayacak. Ama az ileride durdu. Beni gören ultracılar şoföre seslenip durdurmuş. Hasan’lara “ben gittim” dediğim gibi otobüse attım kendimi, herkesten özür diledim. Saat 18:35’di. Kimseden ses çıkmıyordu. Herkes ciddi ve yarışa konsantre idi. İlerledim, Seda Nur Çelik’in yanı boştu, elimdekileri yanındaki koltuğa bıraktım. Seda ile gülüştük, delisin diyordu, konuşana bak sen. Hangimiz daha deli bilmem. Başladım çantamı düzeltmeye. Umut Can Temiz, o sırada göğüs numaramı verdi. 138.

3 kere 1, 3.

3 kere 8, 24.

4 artı 2, 6.

24 bölü 6, 4!

Oooh! Yine buldum mu 4 yapraklı Yonca’nın 4’ünü. Oynama şıkıdım şıkıdım…

Eyvah batonlarım!

Batonlarımı odada unuttum sandığım için telefonlara sarılıp Damla’ları aradık. Ne panik! Meğer yanımdaymış. Seda Nur Çelik’le kendimizle dalga geçtiğimiz videolar çektik. Sedacım çok yorgun görünüyordu. Çok iyi koştuğu 170km’lik UTMB’den daha yeni dönmüştü. Otobüste iki kişi bana telefonumu şarj etmek için yardımcı oldu. Uzunetap’dan Ecem Eroğlu benzincide tuvalet molası almak ister misiniz diye sorduğunda, tamam dedim, kızım Yonca kurtuldun. Şimdi 2 çokoprens 1 tuzlu kraker alırsın, oldu bu iş. Damlaların aldığını yanıma alacak zamanım olmamıştı. Sedacım aldı bana benzinciden sağolsun. Çantamdan tuzlu fıstık ve badem de çıkmıştı. Yanımda salatalık, yarım limon da vardı ama onları bıraktım.

2 tane 500ml’lik suluk ve bir de 350ml’lik suluk attım sırtıma. Hatta 1.5lt lik su çantamı da drop bag çantama koydum. Seda “Neden bu kadar fazla suluk alıyorsun yanına Yonca” dediğinde, “Benim gibi yavaş giden için, Adrasan’a vardığımda 60küsür km olmuş olacak, o kısmı inanılmaz zor geçer kesin. İki su noktası arası hayli uzun. Halimi tahmin edemiyorum ama temkinli olmam gerekecek. Bana normalde de orada 1litre yetmemişti. Yanımda yedek su olsun diye.” dedim. “Bence çok, ama sen bilirsin” dedi.

Benzinci molasından sonra 5 dakika içinde starta geldik. Gülme tuttu o ara beni. Az sonra 100km startı alacağım. Akıl mı var bende!

100km Start

Belören’e vardığımızda saat 20:50 gibiydi. Otobüs şoförüne bi haller olmuş, ben bu noktadan 1 metre daha ileri gitmem diye yerinde zıplıyordu. Otobüsten indiğimiz yer starta 300-400metre mesafedeydi. #UTMB #CCC kategorisindeki starta en az  2-3km rampa yukarı yürüyorsun. Kimsecikler sorun yapmaz. Zaten ultracısın. Burada da sorun yapan olmadı. Herkes starta odaklıydı. Uzunetap’dan Ecem ve Özgür hem şoförü sakinleştirdiler, hem de Start takını bize getirdiler. Herkes suluklarını dolduruyordu, takip cihazları dağıtılıyordu. Drop bag/Karaöz malzeme çantamı Ecem’e teslim ettim. Aylin’le konuştum. Fotoğraflar çekildik. Müthiş bir gülümsemesi var Aylin’in. Ömre bedel cesaret veren enfes bir insan Aylin. Seda, Umut Can ve o ana kadar tanımadığım sonradan tanıştığım adı Remzi olan arkadaş fotoğraf çektirdik. Sonra bir baktım iki yabancı sporcu da orada, adlarını soramadım; ama onların sorularına cevap verdim, takip cihazlarımızı aldık. Daha sonra birinin Jayson diğerinin Marina olduğunu anladım. Start verildiğinde saat 21:00’di. Zifiri karanlıkta, ama çok aşırı siyah bir zifiri karanlıkta start aldık.

1. Kontrol Noktası – Dereyatağı, 13.8km – 3 saat

İlk kontrol noktasına varış için verilen süre 3 saatmiş. Ben daha bu detayları bile bilmiyorum, çalışamamışım ki! Bu raporu yazarken inceliyorum detayları. Belki de bu detayları hiç bilmeden yola çıkmak benim için daha iyi oldu. Kendimi kasıp stres olacak bir şeyler bulacak zamanım olmadı. Sadece “Gereksiz zaman kaybetme, gereken yerde dinlen. Kimseyle gereksiz takılma, çok konuşma, kendini telefonla yorma. Zaten gece vakti ne çeksen çıkmaz. Karanlık. Şarjın da ucu ucuna. İyi ki öyle.” filan gibi şeyler diyordum kendime. Startı önde alan herkes uçtu gitti. Arkamda birileri var biliyorum. Kim var hiçbir fikrim yok. Önde giden kimsenin kafa lambasını da görmüyorum. Öylesine bir karanlık ki, tarifi zor. Çığlık atsan koca ormanı inletirsin, her yerden duyulur hissini veren tek belirti köpeklerin havlamaları. Nasıl bir yerde olduğuma dair hiçbir fikrim yok. Sadece daha önce buraları gündüz geçtiğim için tahminen biliyorum. Hiçbir şey görmüyorum. Amanın nasıl havlayıp uluyorlar köpekler gece gece. Kesin öndeki grup geçerken havlıyorlar. Vadide yukarıdan havlayan köpeğin sesi de nefesi de sanırsın benim ensemde veya içimde. Öyle net duyuyorsun her şeyi. Görmediğin bi şeyden çok korkamıyorsun. Esen rüzgar, ağaç sesi, bazı hayvanların mırrk vırrrk sesi, kendi ayak ve nefes sesin. Duyduğun sesler bunlar.

Köpeklerin o kadar çok havlaması biraz ürküttü. Sonra Tolga’ların söylediği bir şey aklıma geldi. Likyalı köpekler saldırmıyor demişlerdi. Likya Yolu’nda o kadar çok yürüyen insan var ki, alışkınlar. Bunu hatırlamak iyi geldi. Hala hav da hav! Acaba korkan birileri var mıdır diye düşündüm. Kafa lambam çok iyi. Kısık ateşte açık tutuyorum yine de. Bu geceyi atlatsam da, yarın gece Musa Dağı inişi var. Uzunetap ve Set Adventures ekibinin o ormana bakarak devrilmiş ve tepesi yanık ağaçları görüp adını “Paratoner Ormanı” koydukları ormanın inişine, yani yarın akşama kalırsam kafa lambam yine gerekecekti. Yedek pillerim var ama, olsun. Temkin ve ziyansız gidiş iyidir. Ayrıca, gökyüzündeki yıldızlar öyle delice güzel ki, karanlıkta fazla ışıksız onları görmek beni büyülüyor. Yine de zaman geçip gecenin içinde ilerledikçe karanlık o kadar abartılı bir hal aldı ki, kafa lambamın gücünü bir tık arttırdım.

Kafa lambamın aydınlattığı taşlı topraklı dallı budaklı Likya Yolu zemininde çift çift yeşil pırıltılar doluydu. Bunlar nedir acaba diye düşünerek belki 1-2km gitmişimdir. Sonra bir zahmet durdum eğildim, a aaaaa örümcek! Örümcek tabi. Örümceklerin gözleri meğer gece ışık vurunca yeşil yeşil yansıyormuş. Çizgi film karakteri gibiler karanlıkta. Yerin gözleri olmuşlar. Yerin gözü var dedim kendi kendime. Örümcek gözlü yerlerde koşuyorum, ezmesem bari hiçbirini yanlışlıkla!

Yavaşladım. Rampa yukarı çıkıştaydım. Gece serini insana öyle iyi geliyor ki, normalden daha iyi koşasın oluyor. Erken yorulmamak gerek. Yeterince yorgun başladım. Kendime akıl verirken hep sağıma bakarak ilerliyordum. Sağ tarafım bayır aşağı. Keçi sürüsü gördüm. Gece gece ne yapıyor bu keçiler burada diye şaşırdım. Keçilerin yanında da kocaman, ama kocaman Çoban Köpekleri. Onlardı belki havlayan. Bakıp da görmesem, orada olduklarını farketmem. Ben yalnız geçtiğim için belki de, o anda hiç havlamıyorlardı. Duyduğum havlama hep daha ileri ve yukarıdan geliyordu. Bir ara arkamda araba sesi duydum, farlarını gördüm. Demek ki yangın yolu kadar geniş bir yere varmıştım. İyice sola yanaştım, araç geldi yaklaştı durdu. Jandarma gelmiş.

“Kontrol ediyoruz, köpekler çok havladı, her şey yolunda herhalde.” dediler. Sağolsunlar. İyi geldi varlıkları. İyiyim dedim. Yola devam ettiler. En arkadan en öne güvenlik kontrolü. Ben de onlar gittikten sonra yürü-koş rampayı çıkmaya devam ettim. Yeniden zifiri karanlık ve ben.

Bi ara kafamı sola çevirdim. Patikanın üst ucunda bi kafa, iki kulak, iki yeşil göz gördüm. Oyyy sıçradım. Hiç beklemiyordum böyle bi şey görmeyi. Anlamadım da kimdir kendisi. Hemen kafamı yoluma çevirdim. Görmemiş olayım diye… Komik bi an. Çocuk gibi insan. O da beni gördü. Ben de onu. Hem tekrar bakmak istiyorum, hem de bakmaya çekiniyorum. Peki ya orada değilse artık? Arkamdan gelirse, geliyorsa? Oyyy… düşünmeye dayanamadım, kafamı tekrar o tarafa çevirdim, geriye, biraz kafamla taradım civarı, sağa sola bakındım, hah bak yakaladık birbirimizi yine, orada oturuyor. Göz gözeyiz. Anaaaaaaaa tilki! Tilki yahu bu arkadaş. Bildiğin tilki. Vıy vıy vıy. Yürümeye devam. Zaman o an duruveriyor gibi oluyor işte. O bir tilki. Evet. Ben bir tilki gördüm. Cümle içinde kullanıyorum kafamda sıkı sıkı adım atarken.

İlk defa ayaklarım yere basarak durduğum bir alanda, bi başıma, karanlıkta, ormanda, dağda tilki görüyorum. Nasıl güzel! Gündüz kim bilir ne kadar daha da güzel. Tilkiler insanlara saldırmaz. Yani saldırması için çıldırmış olmalı. Bir tehdit veya ona saldırı olmuş olmalı. Tilkiye kuduz bulaşmış olmalı ki sana saldırsın; tilkilere kolay kolay kuduz bulaşmaz. Buncağızım da oturmuş tepeye gelen gideni izliyor işte. Gülümsedim. Hayatımda doğal ortamında gördüğüm, eşit şartlarda hayvan olduğum ilk tilki dedim kendi kendime. Çok heyecanlandım. Şu an yazarken bile yüzüm gülümsüyor. Gece boyunca gördüğüm bir diğer hayvan da uzun süre adını aklıma getiremediğim kokarca. Kokarca’nın kokarca olduğunu ta Mavikent tarafı sazlıklar arasında gördüğüm kokarca’yı görünce anladım.

Bir süre sonra ileride kafa lambaları görünce birilerine yaklaştığımı fark ettim. Ya onlar yavaşlamıştı, ya ben hızlanmıştım. Birbirimize yakındık. Gerçi patikada kendini kime uzak zannetsen 100 metre önünde olabilir. Patika yılan gibi kıvrıldığında, kimse görünmez olduğundan mesafeler göreceli oluverir. Patika zaten zaman ve mesafenin görecelilik kavramını insana en iyi anlattığı ortam. Rüzgar estikçe, üzerime rüzgarlık giyip giymemek konusunda kararsızdım. Giymedim. Sürekli hareket halindeyken iyi olduğumu biliyordum. Giyinirsem gereksiz terlerdim. İnsanın beyni endişe üretme makinası.

Kontrol noktasına nasıl geldiğimi, kimi gördüğümü hatırlamıyorum iyi mi. Şu an yazarken orada ne yedim ne içtim, hiç hatırlamıyorum. Suluklarımın her zaman hep sağındakinden su içmeye başlarım. Biri boşalmadan öbürüne geçmiyorum. Böylece daha düzenli, kafa gitse de şaşırmadığım, suyumu ve zamanımı iyi kullandığım bir taktiğim var kendimce. Eminim birçok kişi aynı şeyi yapıyordur. Sağ suluğumun suyunu doldurmuşumdur kesin. Sularım tam olmadan hiçbir zaman devam etmem patikalarda. Elma vardı kesin yemişimdir. Tuza limon batırıp yedim, hatırladım. Gönüllü arkadaşlarla selamlaşıp yola devam etmişimdir. Bunlar kesin böyledir.

2.Kontrol Noktası – Asarönü, 22,7km – 6saat

Önümde Burcu varmış. Ona yetişmişim o arada. Dalağım şişmişti. Dalağımı düzeltmeye çalışıyordum. Uzun zamandır ilk defa ve gece dalak şişmesi yaşadım. İlk koşmaya başladığım zamanlarda arada olurdu. Bir süre Burcu ile konuşarak koştuk. “CP’den CP’ye diye diye koşuyorum” dedi. Çok hoşuma gitti bu söylediği. 100km parkurunda kadınları görmek beni mutlu ediyor. Sohbet ederek koştuktan sonra ben devam ettim. Süpermen kılığıyla koşan Marina’yı yakaladım bu sefer. Azıcık da onunla sohbet ettim. Karanlıktan çok tedirgin olmuş, korkmuş. Nasıl bu kadar rahat ve hızlı koştuğumu sordu. O bana bunu sorunca bana gülme geldi. “Ben mi hızlıyım?” dedim. İlk defa birisi bana hızlısın dedi herhalde. Yıllardır yavaşlığımla anılıyor olduğumun bilincindeyim. Karanlık Marina’nın o kadar ayarını kaçırmıştı ki, sürekli “çok karanlık, hiç bu kadar karanlık bir yerde koşmadım” deyip duruyordu. Orman tabi. Şehir yok ki, köy bile yok yakınlarda. Yerleşim adına belki birkaç baraka var. Çoğunda da yaşayan yok. Olanlarda da bu saatte herkes uyuyordur veya bizim görüş sahamızda değildir. Likya Yolu tarihi yol. Adı üstünde. Ultra Maratonu da bu anlamda diğer ultra maratonlardan çok farklı bir rota. #OCC ve #CCC koştuğum zaman da aynı şeyi söyledim, yazdım, yaşadım. Gerçek bir dağ ultrası Likya bu anlamda. Ekiplerin herhangi bir araçla sana ulaşması imkansız veya çok zor olan bir rota. Ancak belli başlı yerlere araç girer. Gerisi tabana kuvvet.

Marina’yı karanlık hakkında rahatlatmaya çalıştım. Hayvanların zarar verecek cinste olmadığını, insanlara çok alışık olduklarını anlatıp, yıldızların güzelliğine dikkatini çekmeye çalışsam da, Marina huzursuzdu. Bir süre daha ilerledik beraber. Kontrol noktasına yaklaşıyorduk. Güçlü hissediyordum. Açılmıştım. Keyfim süperdi. Hava süperdi. Kontrol noktasında suluğumu doldururken solda yerde oturan arkadaş “Ben bırakıyorum” dedi. Remsi Aygün. Hemen yanına çöktüm, neden bıraktığını sordum; çünkü o kadar iyi görünüyordu ki! Kustum dedi. Nabzım düzelmiyor dedi. Seda Nur Çelik bıraktı ona çok üzüldüm, moralim bozuldu dedi. Bunu der demez birden dudaklarımı ısırdım, şok oldum çünkü. Seda bıraktı mı! dedim, şaşkın. Kolay kolay bırakmaz Seda. Bu bir ilk. Kim bilir ne kadar üzgündür. Ah ah…Bir yandan da, o kadar haklı ki, daha yeni UTMB koştu, yarış öncesi demir eksiği vardı. O halsizlikle a be kızım ne 100km’si… ah be ah… ama bir yandan önümdeki adamın yarışını bırakmasının bunla ne alakası vardı? Derin bir nefes aldım..

-Arkadaşım adın ne?

-Remzi..

-Remzi sen neden bırakıyorsun? Nabzın tabi sapıtır. Ne nabzına bakıyorsun anlamadım ki. Ben yarışta nabız ölçer seçeneğimi kapatıyorum. Bazen bilekten ölçüm sapıtıyor, sıcakta soğukta. Gece gece bedenin uykuda olacağı saatte sen kalk 100km koşmak için start al, daha start alır almaz bayır yukarı 4-5 pace ile sprint çıkış yap, bilmem kaç eğimde, bilmem kaç km boyunca deli fişeklerle koş, sonra da nabzım durulmuyor de. Kusarsın tabi! İyi ki kusmuşsun bak. Kusmasan fena. Rahatlamışsındır… dedim.

Ultra maratonda bazen insan berbat göründüğünün farkında olmadan devam etmeye inat eder, görevliler halini görür, durdurur. Bazen de gayet iyidir de kötü olduğunu düşündüğü için bırakmak ister. Remzi’nin durum daha çok ikinciye benziyordu. Gördüğümü anlattım. Ayrıca açık açık içimden geleni söyledim. “Bence senin kesin çok hırslı bir hedefin vardı onu tutturamadın diye hırsından çatladın, madem hedef tutmadı o zaman ben de bırakırım” diyorsun, “yanlış mıyım?” dedim. Gülümsedik. “Evet” dedi. Ne alakası var dostum? Sen delirdin mi, bu bir ultra. Sen ne yapmak istiyorsun bana onu desene hele, sen koşmak ve bitirmek istiyor musun?”. Evet, dedi. Eee… tamam o zaman. Kime ne, hedefmiş oymuş buymuş. Bak şimdi sinir eden bir iniş var önümüzde, 12-13km kadar.  İn Allah in bitmez. Beraber ineriz, moral olur. Sonrası zaten 30km düzlük. E sonra Karaöz gelecek zaten. Sonra ver elini Gelidonya, hooop Adrasan, Musa, finiş. Bitti yaaaa bu iş, hadi hadi hadi kalk. Beslendin mi? Suyunu iç. Yanında sevdiğin bi şey varsa onu da ye. Hadi hadi. Bırakılır mı yahu daha yolun başında… filan derken ben, Remzi kalktı yedi bi şeyler. Başladık beraber koşmaya. Yolda bir arkadaşla daha karşılaştık.

Adını bir türlü hatırlayamıyorum ama. Onun da baldırı çekiyordu. Topallıyordu. Azıcık konuştuk. Arkadaşlar acelesiz gidelim, sakatlanmadan. Maksat şu işi sağlıkla yapmak vs.. gibi sürekli aslında kendime telkin ettiğim şeyleri onlara da söylerken, beraber tatlı tatlı koşuyorduk. Remzi kendini çok iyi toplamıştı, diğer arkadaşın topallaması geçmiş, pıtı pıtı derken güçlü koşmaya başlamıştı. Bi ara ben yürüyorum onlar yürüyor, ben koşuyorum onlar koşuyor ve o Finike’ye iniş tabi ki sinirimizi bozuyor, yine de üçümüz karanlıkta devam ediyoruz. Dedim, arkadaşlar siz bana bakmayın devam edin. Remzi demez mi, “Yok Yonca kardeşim, sensin bundan sonra patron. Sen ölüyü diriltirsin. Ben sen ne dersen öyle koşarım belli ki sen hepimizden tecrübelisin”. Onlar görmedi, inanılmaz duygulandım. Çok çok çok mutlu oldum. Hey gidi Yonca be, sen ha, birilerine tecrübeli gelmek ha! Ne güzel bir yolculuk bu. Hayatımın en güzel yolculuğu.

Yolda bir ara arkalarında kalıp tuvalet molası aldım. Çişimin gelmesine mutlu oldum. Önemli bir sağlık ölçüsü. İdrara çıkmalısın koşarken. Bunun ve ultra koşmaya, koşmaya dair bir sürü önemli detayı en güzel Aykut Çelikbaş kitabı “Ultra Kitap” da anlatır.  

Finike kontrol noktasına varmak için sabırsızlığımız arttı. Çok sinir ve sert ve bitmek bilmeyen iniş, insanı bedenen ayrı, ruhen ayrı hırpalıyor.

Koşu Ayakkabısı molası

Tabi, yanımda-önümde-arkamda-startta, benim nasıl ayağımdaki Luna sandaletlerle koştuğumu bol bol soran oldu. Nedir bu Luna Sandalet diyen yeni birileri hep olacak. “Sandaletle koşulmaz” diyen de hep olacak. Yanlış diyecek birileri. Yıllar içinde beni sandaletlerle koşarak görenler arasında “böyle koşma bak ölürsün, sakatlanırsın” diyen çok oldu. Alışkınım. Arkadaşlar, herkes neyle rahatsa öyle koşmalı diyorum. Bu konuda detaylı bir yazım var, linkini de buraya ekliyorum: https://4yaprakliyonca.com/kosuayakkabisi/

Yarış ve organizasyon kıyaslamaları

Yarış sırasında birileri ile karşılaşıp koşarken, insan çok şey konuşup tartışıyor. Doğal olarak, herkes, ultra maratonları kıyaslıyor, karşılaştırıyor. Biri İznik Ultra’da şu vardı, diğeri Uludağ Ultra’da bu vardı; beriki İznik’de bu yoktu, Tahtalı’ da şu yoktu diyor. Ben de dinliyorum. Dahası sosyal medyacı, bir zamanlar ulusal basında koşulara dair ilk “koşan yazar” olarak yazmış, her yerden koşulara, yarışlara dair türlü çeşit bilgi, yorum, şikayet, davet, öneri, geribildirim geliyor ve uzun zamandır düşündüğüm bu konuyu tam şu anda anlatmaya karar veriyorum. Ben de kıyaslıyorum yarışları bazen. Hata yapıyorum.

Hiçbir ultra maraton birbiriyle kıyaslanmamalı, kıyaslanamaz. Hatta bir ultra maraton kendi kendiyle de kıyaslanmamalı.

Kaç senedir LYUM koşuyorum, her seferinde başka bir tecrübe. Bir öncekine asla benzemeyen farklı şeyler yaşıyorum. Ben de aynı ben olmuyorum! Coğrafya aynı ama, benim hayatım, hayat, hava koşulları…öyle çok değişken var ki! Bir günüm bir diğerinin aynısı değilken, bu kıyaslar hiçbir şey ifade etmiyor. Likya Yolu Ultra Maratonu’nu diğerlerinden farklı kılan önemli başka noktalar da var. Çoğu ultra maraton köylerden, kasabalardan, mahallelerden ve üzerinde araçla gidilebilen zemin ve yerlerden geçer veya öylesi bir noktaya nispeten yakındır. Yerleşim alanı vardır. Ev vardır. Ahır vardır. Yalak vardır. Çeşme vardır. Yangın yolu vardır. Bir köylü görürsün. Acil durumda sana bir traktör, bir motor, bir bisiklet ulaşabilir. Köyde birinden yardım alabilirsin. Telefon çeker. Traktör geçer. Likya’da bunlar minimuma iner, yok olur hatta birçok patikada. Hiçbir başka ultrada koşuculara “takip cihazı” verildiğini görmedim. Likya Yolu Ultra Maratonu’nda verilir. Seni telefon çekmeyen patikalarda takip ederler; çünkü acil durumda sen kimseye ulaşamazsın, onlar sana ulaşmakla sorumludur. Bir keresinde Uzunetap geçilen riskli patikalardan birine en yakın kıyıda motorla denizde adam bekletmişti. Bir keresinde, yarışçının o patikada tek ve sona kaldığını gördüklerinde arkasına ona bunu hissettirmeden takipte kalması için adam taktıklarını da görmüştüm. Orada tek başına düşse kalsa kimin haberi olacak yardıma yetişmek zaman alır. Bilmem anlatabiliyor muyum.

Likya Yolu tarihi bir yol olması ötesinde çok ciddiyet isteyen, zor bir coğrafyaya sahip. Patikalarda, en yakınına araç gelebilir mesafe 4-5km. O arada ne bir çeşme var, ne bir yerleşke belirtisi. Çok türlü değişik zemin, dar patika, hatta uçurum, sıcak ve daha sıcak bir hava var. Çoğu ultranın hava durumu sıcak ve daha serin arasında. Sıcağa çare çok sınırlı. Susuzluğun çaresi ise YOK. Yarışlar hakkında konuşulan, ortaya atılan, eleştiri diye yıkıcı yapılan yorumlar beni düşündürüyor. İnsanlarımız ne kadar kolay sonsuz isteklerle geliyor şaşırıyorum. Lütfen biraz kendimizi de özene davet edelim, özeleştiri yapalım. Yurtdışında koştuğum çok zengin ve hadsiz pahalı bir ultrada yaşadıklarımın hiçbirini Türkiye’de hiçbir yarışta yaşamadım, dahası o yarıştaki eleştirilerin hiçbiri bizdeki organizasyonlara yapılan eleştiriler kadar gaddar, haksız ve hatta bilinçsizce değildi.

Likya zor ve riskli bir rota. O yüzden hiç kolay bir organizasyon değil. Uzunetap bu çılgın emeği vermese, bunca zorluğu göze almasa, biz de maalesef koşamayız oraları ve kaybettiğimizde anladığımız çok büyük değer olur. Ekipteki herkes ve beraber çalıştıkları arama kurtarma, UMKE sağlık ekipleri, jandarma, polis vs… her biri işin ciddiyettinin yeterince bilincinde. Bu işin en zoru koşmak sanıyoruz, değil. Bazı koşan arkadaşlarımızın aldıkları riskler ve tecrübesizlik, bazen de tecrübeli ve iyi koşucu da olsan ultra maraton halleri derken olan sorunların nasıl kollandığını da çoğu kez canlı canlı gördüğüm için, her sene Likya Yolu Ultra Maratonu ekibine saygım büyüyor, eğri oturalım doğru konuşalım isterim.

Hani “bu saçı kim kesti kötü kesmiş” diye meslektaşını hemen yerden yere vurmaya hazır kuaförler vardır ya; ben bu cümleyi duydum mu bi daha gitmem oraya; aynen böylesi bir yarış yarıştırma ve yıkıcı karşılaştırma gözlemliyorum. Türkiye daha çok yolun başında ve organizasyonlar birbirinin tehdidi değil, destekçisi olmalı. Bundan dolayı üzüntü duyuyorum.

Her yarışta “ultra” istekleri olan birileri çıkıyor. Uyarı dinlemeyen oluyor. Zorunlu malzemeyi takmayan, zorunlu malzemesini başta gösterip yolda taşımayan oluyor. Sözümona cinlik yapıp zorda kalıp organizasyonu da zorda bırakanlar oluyor. Yapmayın. UTMB sırasında kimse “neden bize salamı domuz verdin de vegan vermedin” diyerek “bu ülkeden adam olmaz” eleştirisi yapmıyor. Her ülkenin, doğanın, o yarışın kendine has bir şeyleri iyi ve kötü olabiliyor. Şimdi geri dönelim yarışa.

3. Kontrol Noktası – Finike, 34km – 9 saat

Bu noktaya verilen süre 9 saatmiş. Amanın ne sevindim erken vardığımıza. Remzi ve diğer arkadaşa burada en az 20 dakika durup dinleneceğimi/uyuklayacağımı söyledim. Beklememeleri için ısrar ettim. İnsan onu ayağa kaldıran birini bırakmak istemiyor. Biliyorum, anlıyorum, ben de böyle hissediyorum. Bu düşüncelilik, nezaket zaten yeterli. Ben de onları geri bırakmak istemiyordum. Kendi hızımda gidebilmek beni de rahatlatacaktı. Ayrıldık. Onlar devam etti. Bir çorba içtim. Çok iyi geldi. Tuzlu tuzlu. Hazır çorba olmasını sevmiyorum ama nice ultra gerçeği bu. Kahvemi de içtim. Bisküvi de bandırdım kahveme. 20 dakikaya alarm kurdum. Önce yere uzandım. Sevda, arabaya geç diye ısrar etti. Dinlemedim. Soğuk geldi yer. Sevda, “Yoncacım arabanın içine geçsene!” deyince bir kere daha, bagaja kıvrıldım. 15 dakika kadar gözümü kapattım. Ayaklarımı yukarı kaldırmak iyi geldi. Kalktım. Suyumu tazeledim. Elmayı ve limonu tuza bandırıp ağzıma attım. Her daim sabırlı, ve bizim abuk subuk hallerimize de hep gülümseyen görevli arkadaşlarla vedalaştım. Artık sahile inip karayolunda uzun bir süre dümdüz bir yolda koşacaktım. Zebani düzlüğü diyorum oraya. Pof! Sinir oluyorum. Oluyorum da ne oluyor. Koşacağız işte. Benim sinirimi de hep düzlük bozuyor. Bakiye Abla bunu fark edip “Dağ bayır danalar gibi koşup düzlükte geçiliyorsun. Sen zorluk seviyorsun Yonca. Düzlükte sıkılıyorsun ama geliştirmen lazım” demişti. Haklı. Hep haklı. Hani arabayla saatlerce düz gidersen asfalt seni uyutur ya, öyle oluyor bana da. Bunları çok düşünmenin bi faydası yoktu. Başa gelen koşulur. Koşuyorum da bi yandan. Gecenin içinde Finike ışıkları inci gibi. Görüyorsun da gelemiyorsun. (ha ha çok seksi bi cümle) Finike’nin içine girince sarı şehir lambaları altında koşmaya başladım. O sarı ışık, karanlıktan gelince tatlı geliyor insana. Herkes evlerinde uyuyordu tabi. Sokaklarda sadece kedi ve köpekler vardı. Bi de ben. Çıt yoktu.. kendi ayak seslerimden başka. O kısa arada bir iki tane eski araba gelip geçti. Acaba duran olur mu diye azıcık tedirgin oldum. Bir kadın koşucu gerçeği. Kimse durmadı. Oh şükür. Devam. Meydan gibi bir yere geldiğimde ne tarafa gideceğimi bilemedim. İşaret de göremedim. Karşımda bir süpermarket vardı. Sağa, sola veya düz gidebilirdim. Bilemedim. Ben de sormak için Set Adventures rota gurusu Serdar Göyük’ü aramaya karar verdim. Hem Serdar bizi takip cihazıyla takip ediyor. Serdar telefonu açtığında yerimi tarif etmeme gerek kalmadan, bir şekilde aşağı indiğim sürece oradaki her sokağın beni sahile çıkaracağını söyledi. “Derdim, yanlışlıkla kestirme yapmak” dedim. “Yapamazsın, herkes aynı şekilde geçiyor. Sıkıntı yok. 10-20metre fark eder en fazla Yoncacım. Sürekli aşağı in, ve sahile çıkınca zaten bizden birilerini göreceksin. Rahat ol.” dedi. Bulunduğum yerden sağı solu kollayarak inmeye devam ettim. 3-4 dakika sonra sahil yolunu gördüm. Karşıdan karşıya geçip rotaya oturacakken polis veya jandarma şu anda hatırlamıyorum, beni gördü ve karşıdan karşıya geçerken yolu kolladı. Sahil boyu devam etmem gerektiğini, az ileride mavi zemin göreceğimi ve dümdüz koşacağımı söyledi. Aralarından biri de, “şu gecenin karanlığında koca dağı koşmanızdaki cesarete hayran olduk. Hala sandaletlerle o dağı geçtiğinize inanamıyorum.” dedi. Güldüm. Selamlaştık, koşmaya devam ettim.

3-4km koşmuş olmalıyım camları simsiyah modelini anlayamadığım bir araba geldi, yavaşladı, yanımda gitmeye başladı. Telefonumu elime aldım, ekipleri aramaya hazırlandım. Araba gitti. Biraz sonra yeni bir araba geldi. Yine camları simsiyah. Eski Murat 124/131, hangisiydi bilemiyorum, onlardan. Bu seferkiler “pşşşt” filan dedi. Hiç bakmadım o tarafa, telefonumu arama yapmak için kulağıma götürdüğümde, o da bastı gitti. O arada Hasyurt Kontrol Noktası’na (CP – check point) ye gelmiştim.

4. Kontrol Noktası – Hasyurt, 40km – 10,5 saat

Suyum çok boşalmamıştı ama yine de tamladım. Uzunetap çatısı altında gerçekleşen Likya Yolu Ultra Maratonu saha operasyonundan sorumlu Set Adventures ekibinden Serdar Güyük de vardı o noktada. Birbirimizi görünce güldük. Yine bir son dakika kararım olan 2016’daki 256km’lik koşumda bu ekiple çok büyük anılar biriktirdiğim için, çok konuşmadan hep gülüşerek anlaştığımız doğrudur. Zaman kaybetmeden koşmaya devam ettim.

2km kadar koştum koşmadım, eski bir beyaz araba geldi yanımda durdu. Sürekli dur kalk yapıp sinirimi bozdu. Bu ısrarcı çıktı. Az ileri gidiyor, yeniden duruyor, benim koşarak yaklaşmamı bekliyor. Ben de yürü-koş yapıyorum. Sağım kapkaranlık sahil. Sahilden de müzik dinleyen, şarkı söyleyen, hey maşşaallah “eğlenen” insan sesleri geliyor. Pek tekin değil, his de tatlı değil. Zaten yaram var bu konuda. Ben de hemen Serdar’ı aradım. Serdar’a birileri duruyor der demez, anında, “Yonca hemen yola çıkıyoruz, senden az ileride polis aracı da var. Endişe etme, istersen telefonda kal. Az sonra yanındayız.” dedi. Bu arada araç ileride sağa çekip cebe girdi. Ben de yavaşladım, yürümeye başladım. Gözüm araçta. Elim telefonda. Oradan çıktı gitti, bir yerden U dönüşü yapmış olmalı ki yeniden geldi. İleride bir benzin istasyonu vardı oraya girdiğini gördüm. Ben bu arada Serdar ile telefondaydım, Serdar arabayla bana yetişti. Polislerin yanına varana kadar da, yanımda gitti arabayla.

O kadar saat orman içinde, zifiri karanlıkta hayvanlarla koştum, bu kadar tedirgin olmadım. Şehir içinde yaşadığım tedirginlik ormanlarla dağlarla asla karşılaştırılmaz. Ne zaman işin içine insan giriyor sorun başlıyor. Yazarken düşünüyorum, neden plaka almadım? Aklıma gelmedi. İnsan sanırım donuyor böyle zamanlarda aklı çalışmaz oluyor. O yüzden kadına taciz davalarında sorulan “karşı koymadın mı, bilmem ne yapıp kendini korumadın mı?” sorularına küfrediyorum. Yok öyle bir şey. Bunu soran da sorduran da insan değil.

Serdar araçla dörtlülerini yakıp uzun süre, ya da bana uzun gelen bir süre, yanımda kaldı. Nurettin Bayrak ile karşılaştım. Yürü koş ilerledik. Daha sonra, yine Set Adventures ekibinden İsmail Perim araba ile geldi, bir süre bana eşlik etti aracıyla. Musa’yı yakaladım, ayakları hiç iyi durumda değildi. Kendine pansuman yapıyordu. En iyisi onu bekleyeyim onunla koşayım, hem ona moral olurum, hem de organizasyon benim peşimden gelmek zorunda kalmaz diye düşündüm. İnsan hem güvende hissetmek istiyor, hem de utanıyor birilerinin kendisine eşlik etmek zorunda kalmasından. Oysa biliyorum, hiçbir organizasyon bu konuda bizleri asla yalnız bırakmaz, tehlikeye açık, korunmasız bırakmaz. Fena olan, bir kadının, bu ülkede bu stresle koşmak zorunda olması gerçeği!

Musa ayaklarını toplayıp koşmaya başladı. Beraber bir noktaya geldiğimizde İsmail artık dönebilirdi. Döndü. O tam dönüşe geçtiğinde bir araç Musa yanımda olmasına rağmen yine durdu. Musa da isyan etti. Önümüzde az ileride polisler var ve adamlar yine de duruyor. Ben de “İşte hiçbir kere erkeklerin aklına koşarken gelmeyen bir sıkıntıyla biz her daim yaşamaya çalışıyoruz” dedim. Musa hak verdi. Beraber sinirlendik. Sonra o araç da gitti. Biz koşmaya devam edip artık Mavikent’e doğru iyice karanlığa doğru yaklaştık. Karanlık, ıssızlık eşittir güven. Ne garip di mi? Şehir ve Karayolu ışıkları bitip dereboyu sazlıklar başladı. Orada Musa’dan ayrıldım, hızlandım.

Köşeyi dönerken ekipten birisi çıktı karşıma. Az ileride köprüden sağ sonra sol diye tarif veriyordu, ay ben bunları nasıl aklımda tutucam derken, merak etme her yerde bayrak var dedi. Devam ettim. Bayrakları görmek için çok dikkatli koştum. Orası hayli karışık bir nokta. İşaretler beni ıssız düğün salonları, sazlıklar arasından sahile çıkarttı. Oralarda kokarcalar geldi geçti önümden. Kokarca adı da orada geldi aklıma. Kokutmadılar hiç, tipleri çok şeker. Tam çizgi film. Sahile çıkınca, “Eh Tolga, eh Tolga” diye sayıklayarak koşmaya başladım. Hani sahil yoktu! Kısa demişti. Doğru. Sahil kısa olsa ne yazar. Kum mu? Kum. Hay bin kunduz, hay bin kum ve kunduz, hay Tolga! Sonra neden sürekli eh Tolga diyorsun Yonca, eh Yonca eh Yonca desene sayıklama etabım başladı. Kendim ettim, kendim buldum.

Sahil berbat. Ama berbat! Raporun bu kısmını ÇOK sinirli yazıyorum. #Antalya ve #Kumluca ilgililerine isyanım, sinirim, öfkem. Böylesi bir çöplük, pislik, iğrençlik olamaz. O LA MAZ! Bir yandan sahilde kumların içindeki çöpleri atlatarak koşuyorum, bir yandan işaretleri takip edip rotadan şaşmamak için dikkat ediyorum, bir yandan da kafa lambamla gördüğüm iğrençliklerden tiksinip sinirlenip küfrediyorum ve de yabancı yarışmacıların da bu rezil yüzümüzü görmüş olmasından büyük utanç duyuyorum. Hepsi bir yana, Luna Sandaletlerle koştuğum için, ayağıma bu şeylerin değmesi midemi bulandırdığı gibi endişelendiriyor da beni. Topraktan mikrop kapmazsın da bu pislikten kaparsın bak.

Kaç şırınga gördüm sizce? Kaç kanlı pet ve prezervatif? Kaç ameliyat ve bulaşık eldiveni?

Böylesi bir felaket çöplük az bulunur cinstendi. Çöp mezarlığı!

Gecenin köründe, kafa lambası bütün pislikleri gün ışığına çıkartıyor. Antalya ve Kumluca Belediyeleri, halkı, gönüllüleri mutlaka bu sahilde ciddi bir seferberlik ilan etmeli ve toplanan çöplerin de kullanıldığı bir Çöp Anıt inşa etmeli.Utanç abidesi!

Patara’da da aynı pislik ve çöp vardı. O zaman orada koşarken de cinnet geçirmiştim. Ama başında ve sonundaydı tüm pislik. Burada da sahilin ancak yayaların gelebildiği tembel mesafe kadar pislik diz boyu. Geri kalanı o kadar değil. O tembel noktalara maalesef sadece bizim insanımız geliyor. Ötesine geçen turist pislik ve çöp bırakmıyor. Bizim insanımızın olduğu her yer çöplük. Çok ama çok utanıyorum ve çok sinirleniyorum. Böyle böyle küfrederek, söverek, kızarak Mavikent kontrol noktasına yaklaştım.

5. Kontrol Noktası – Mavikent, 53.4km – 13,5 saat

Buraya gelirken solumuzda bir otelin tahta zemininde koştum. Sahildeki kumlardan o tahta zemine çıkınca ayaklarımı suluğumdan fışkırttığım suyla yıkayıp kolluklarımla sildim. Midem kalkmıştı sahilde bastığım şeylerden. Sonra o tahta dek üzerinde koşmak iyi geldi. Çöp görmemek iyi geldi. Mavikent kontrol noktasına bir geldim arkadaşım Kıvanç orada. Onu görmek var ya, bombastik bir mutluluktu. Çok yorgundum, uyku bastırıyordu. Uykum var dersem, uyuyakalırdım diye korkuyordum.

(Aaaay bayılıcam ama ha! Yazarken şiştim. Koşmak yazmaktan kolaydı. Şu satıra 4 günde geldim, oysa 53,4km’sine 8 saat 40 dakikada gelmişim. Haydi bi gayret yazmaya devam Yonca! Yaaaa sabır! Size de sabır!)

Kıvanç’ı görmek ilaç gibi geldi. Pek sevimsiz, sıkıntılı bir noktada tanıdık görmek, ortak mazisi olmak süper bir lüks. Üstelik Kıvanç da ultracı. Onun varlığı başka büyük bir lükstü benim için. Midemi kaldıran sahil sonrası ayaklarımı yeniden temizledim.Bir yandan da artık gerçekten yorgunluk bastırdığından, az da olsa dinlenmem gerektiğini kendime hatırlatmak istiyordum. Normal hayatta dinlenmeyi bilmiyorum, zorlanma sırasında öğrenmeye çalışıyorum. Çok saçma. Çok zor. Ayak bileklerim, bacaklarım 100 ton gibiydi. Kıvanç’a 3 kere: “Ayaklarım Zonguldak” dedim. Bu söylediğimi düzeltmek istedim, 2 kere daha “Ayaklarım Zonguldak” dedim. Kıvanç bi şey demedi. Ben yeniden, “Ayaklarım Zonguldak” dedim. Sonra kahkaha attım.

“Kıvaaaanç, ayaklarım zonkluyor demek istedikçe ayaklarım Zonguldak diyorum…” diyebildiğimde, Kıvanç “Ben de galiba böyle bir espri var da ben bilmiyorum, anlamıyorum diye ses etmiyordum Yoncaaaa” demez mi, çok güldük. Benim kafa aslen orada çoktan gitmişmiş. Nitekim bu 100km anısının bence etiketi budur: Ayaklarım Zonguldak.

Sedye gibi yatak vardı. 5-10 dakika da olsa ayaklarımı da uzatıp yattım. Bir türlü matematik yapamıyordum. Buraya cepte kaç saat ile gelmiştim. Ne kadar zaman kazanmıştım, bir sonraki kontrol ve çanta noktası olan Karaöz için ne kadar zamanım vardı. Aklımda bu sorular beni deli etmek üzereydi, en iyisi kalk kızım yola düş dedim kendime. O sırada başka birileri bu noktaya geri döndü. Yollarını kaybetmişler. Meğer o civarda yaşayan birileri, ekiplerin yerleştirdiği işaretlemeleri alıp gitmiş. Yuh! Halk nasıl bu kadar fenalık yapabilir anlamıyorum. Dahası ne yapacak o işaretlemeyle ve bayrakla gerçekten çok merak ediyorum. Al yürüttüğün yarış işaretlemesi olan bayrağı şey et bi yerine dedim durdum. Evet, ben de çok güzel küfredebiliyorum. Ultralar müthiş deşarj ortamı.

Yolu bir daha tarif etti Kıvançlar. Ben de toplandım o ara. Hep birlikte yola çıktık. İyi ki de birlikte çıktık. Orası labirente dönüşmüştü. Sahilde 3-4km kadar daha yol alacaktık ve  uzunca süre işaret yoktu. Çalınmışlardı. Hepimiz birbirimize yoldaş olup önlü arkalı devam ettik. Bir noktada artık Karaöz için asfalta çıkılması gerekiyordu. Oraya kadar sert kum zeminde devam ederken, gün de ağarmaya başlamıştı. Manzarayı, gökyüzünün rengindeki şeftali tadını, denizin sahilin mavisini ve güzelliğini tarif etmek çok zor. MÜ KEM MEL. O kısım zemin olarak da, ortam olarak da güzeldi. Solda yerden yüksekte bungalo evler vardı. Yüksek bodur bitkiler. Güliver devler ülkesinde gibiydim. Dev bitkiler içinde küçücük Yonca. Etrafta çok köpek vardı. Hepsi havlıyor, yanına geliyor, bir şey yapmıyor. İnsan, şehre inmiş ve insan eli değerek eğitilmiş her candan tedirgin olmadan edemiyor.

Hava aydınlandıkça, içime sıkıntı düştü. Gelidonya ve Adrasan için hayli sıcağa kalacak olduğumu düşünüp endişelendim. Bu, Musa Dağı ve sonrası Paratoner Ormanı için risk demekti. Oraya gece kalmak Game of Thrones sahnesi gibi büyüyordu gözümde. “Bacaklarım Zonguldak” konusu giderek önem kazanıyordu. Uyku, ah bi de uykum gelmişti ki sormayın. Ara ara koşarken durup gözlerimi kapatıp açıyordum. Yere uzanıp uyumak geliyordu içimden. Asfalt çok cazip bir yataktı.  Böyle böyle öndeki grupla aram bi güzel açıldı. Onlar uzadı, nihayet ben de sahilden asfalta çıktım. Orada, hayatımda gördüğüm en büyük köpeği gördüm. Kangal değildi. Karışım ama ne karışımı. Bana doğru emin adımlarla geliyordu. İnek ve Kangal karışımıydı. Bu kadar kocaman gıdısı olan, bacakları böyle uzun, gövdesi bu kadar iri, patileri kare masa kadar, tipi de bu kadar komik bir köpek görmedim. O saat ve zaman ve mekan itibariyle beni bu kadar ürküten bir manzara da olmadı. Zaten uyurgezer haldeyim. Kuyruğu çarpsa yere yapışırım, o kadar yorgunluk çökmüş üzerime. Bunları düşünürken inekköpüş geldi geldi geldi bana baktı ve arkamda beni izleyen minik bir köpek varmış onun yanına devam edip gitti. O andan itibaren, o minik köpecik de beni hiç bırakmadı. Karaöz’e kadar beraber süründük.

Karaöz’ü şöyle anlatayım. Serap gibi. Görüyorsun ama gelemiyorsun. Koyları dönerken görüyorum orada. Hah, diyorum, 1 koy sonra oradayım. Tam o koyu dönüyorum, anam anam, en az 4 koy daha doğuruyor o geçtiğim koy. Solda yamaç arkasında birileri tüfek atıyor. Tırsıyorum avlanmaktan. Bir yandan da, hızlı hareket etsem bıldırcın sansın beni, ama bu sürüngen halimle kaplumbağa gibiyim, beni avlayıp kim ne yapsın, gibi abuk subuk şeyler düşünüyorum. Tüfek yamaç arkasında atılıyor, ben araba yolundayım. Çok alakasız endişeler. Yalnız kafası işte. Koca Likya Yolu Ultra Maratonu, karayolu üzerinde avcıya avlanan bi ben olursam büyük saçmalık olur gibi kendi kötü esprilerime gülemiyorum. Tek acı derdim, Musa Dağı’na geç kalmak gerçeği o sırada. Bakiye Duran’ın beraber ultra yaptığımız sene söylediği aklımda. “Musa inişinde güneşi kaçırırsak, riskli olur. Güneş dağın arkasında kalmadan inmek gerek…” demişti. Haklıydı. Hep haklı. Bunu düşündükçe aslında gerçekleri de giderek fark ediyorum. Halim çok yok. Yanımda yeterince takviyem yok. Karaöz’de ne kadar dinlenebilirim bakıp değerlendiricem. Benim için o an ilk amaç Gelidonya’yı görmek. Canım Gelidonya’m. Gelidonya’yı görmeden asla. Kendi kendime konuşurken minik köpek yolda kamp atanların köpekleriyle dalaşıyor. Arada ağlıyor, ona kahroluyorum. Kucağıma alsam, alamıyorum. Kendimi taşıyamıyorum ki! Ona da suyumdan veriyorum. İçiyor. A be çocuk, dönsene yerine yurduna ne işin var benimle. Resmen taşındı kendi mahallesinden yeni bir yere benimle gelerek diyorum. Kumlucalıydı, Karaözlü oluyor kerata diyorum. Bi yandan da hala koy görünüyor ama ulaşamıyorum. O an yine kafamı Set Adventures’dan Tolga’ya takıyorum. Hatta Uzunetap’dan Özgür’e de takıyorum, Ecem’e de. İnsan kendinden başka herkese takıyor ya 🙂 çok saçma. “Yahu…”, diyorum, “Neden bana izin veriyorlar. Yoncacım kontenjan doldu, yasak, izin çıkmadı, koşamazsın!” gibi bi şey deseler ya bana. Neden bana izin verdiler? 100km çok uzun, en fazla 50km, olmadı 37km koşmak ideal diyorum. Likya zaten yeterince zor, ben neden daha da zorlaştırıyorum kendi işimi diyorum. Anlayacağınız kelle koltukta ilerliyorum. O sırada Korsan Koyu, Karaöz sahil büyüleyici bir renk ve halde. Sanal Yazı Evi’nden Hocam Yeşim Cimcoz’a kendimce sözüm var. Onu buraya ben getirmek istiyorum. Onu ve konuştuklarımızı düşünüyorum. Onun için birkaç fotoğraf çekiyorum. Derken derken, Karaöz sahile indim. Çadırımızı gördüm. Karşımdaki dağa baktım. Gelidonya’ya. Gelidonya’yı bir kere daha görmek istiyorum. Hayatım boyunca, her sene, bir kere. Senede biiiiir güüüüün… senede 1 gün. (Emel Sayın çalıyor kafamda…)

6.Kontrol Noktası – Karaöz, 65.1km – 17 saat

Karaöz’e gelip de Ozan Bal’ı görünce sevinçten ağlayasım geldi. Otobüste alelacele Ecem’e teslim ettiğim ve aslında içinde neyim var neyim yok pek de hatırlamadığım çantam da bu noktada.  BU nokta o nokta. İlk iş ayaklarımı rahatlatmak. Luna’larımı gevşettim. Ayağımda iki yer su toplamıştı. Bu kilometrelere gelen diğer birçok kişinin tırnakları, ayakları her bi şeyleri zaten perişandı. Bu çok normal, beklenen bir şey. Benim her seferinde esprisini yaptığım şey, manikürüm bozuluyor pedikürüm bozulmuyor demek oluyor; çünkü öyle. Sandaletlerimle bu parkurda koşmama hayret eden nice koşucu tabi ki yine bana hayranlıklarını dile getirdi. Jandarma da geçtiğim ve karşılaştığımız her noktada hayretlerini yineledi. Ayaklarım bunca km sonrası çok iyiydi. Tüm markalardan ve tavsiyelerden bağımsız, kendi rahatınıza bakmalısınız. Lunalarımın tabanı vibram. Birçok trail ayakkabısı tabanı ile aynı. Özellikle bu Oso model, Likya’da ve OCC ve CCC de rüştünü hep ispatladı. Kaymıyor. Parmak arası yara yapmadı daha hiç. Ayağıma da hiç taş çarpmadı.

Ayağım değil de aklım çok iyi değildi. Kafam karışıktı. Hesap yapamamak beni çok geriyordu. Oturdum. Bir çorba istedim. İçine ekmekleri attım. Aynı anda çay da içmeye başladım. Bir yandan da, ayağımda su toplayan yere pansuman için çantamdan hiç çıkartmadığım, zorunlu malzemelere ek olarak hep taşıdığım iğne iplik setimi çıkarttım. Bakiye Abla’dan öğrendiğim gibi, iğnemi çakmakla yaktım. Dikiş ipliğini alkollü gazlı bezimle sildim, ekipten batikon istemiştim, onla da temizledim, ve su toplayan yerden iğne iplikle teğel geçtim. Su toplayan yerin bi ucundan iğne iplikle giriyor, diğer ucundan çıkıyor, ipliği tek kat ve iki taraftan ucu sarkık kalacak şekilde kesiyorsun. Böylece yol boyu drenaj sağlanıyor. Bugüne kadar nice ayak böyle devam etti yola. Bi yandan bunu yapıp çorbamı yudumlarken, bir yandan da acaba bu noktada azıcık yatıp uyusam mı diye yüksek sesle düşünüyordum. O sırada sıcak kendini iyice hissettirmeye başlamıştı. Ozan, istersen çok da sıcağa kalma Yonca, dedi. Ben de çadıra geçip çantamda ne var ne yok baktım ve tişörtümü değiştirmeye karar verdim. Batonlarımı da bu noktada yanıma aldım. Rotanın bu kısmında su noktaları birbirine hayli uzak olduğundan, daha önceki tecrübelerime dayanarak yanıma bir suluk daha aldım, onu da doldurdum. Böylece kritik bir rota olan Gelidonya-Adrasan arasını 2litre su ile gidecektim. Yavaşladığım için, o ara uzarsa susuz hayli sıkıntı olur diye önlemimi almış olmak beni mutlu edip moral veriyordu. Hala akıllı bi şeyler düşünüyorum diye kendimi takdir ettim. 10 dakika kadar zar zor uzandım. Huzursuzdum. Uzandığımda uyursam bir daha kalkamayacağımı anladım. Kalktım. Orada olan diğer birkaç koşucu bana neden ayağımdaki suyu patlattığımı, patlamasam kendi kendi kendine patlayacağını, patlatmanın çok tehlikeli olduğunu söyledi. Buna canım sıkıldı. Bugüne kadar hep yaptım, 256km koştum ve hiçbir sıkıntı yaşamadım, tanıdığım çok iyi ultracılardan da böyle öğrendiğimi söyledim. Onlar yollarına gittiler, ama benim canım sıkıldı. İnsanın kafası zaten bozukken birilerinin ona şu tehlikeli, bu kötü, onu yap, bunu yapma demesi ekstra sinir yapmak için bahane oluyor. Ayrıca zaten yapmışım, bunu söylemenin kime ne faydası var. Evet niyetleri iyi, ama ben şu anda yeterince gıcığım tüm Dünya’ya.

Tuvalete gittim. Kendimi toplamaya çalıştım. Gelidonya’yı görmek istiyorum diye sayıklıyordum. Telefonumun şarjı çok azdı, ona takviye yaptım. Damla ile konuştum. Aşırı uykum var dedim. Damla dinlen dedi. Zaman hesabı yapamıyorum diye streste olduğumu söyledim. Damla bana kendimi toplamam için dinlenmemi yineledi. Benim için gereken hesabı yapıp arayacağını da ekledi. Sesi hep çok nettir Damlacığımın. Laga luga yapmaz bu zamanlarda. Herkesle vedalaşıp çok yavaş adımlarla yola düştüm. Uyukluyordum. Önümde, patikaya girmeden gidilecek 6km ve 1 su noktası daha vardı. Yangın yolu gibi stabilize bir yol. Gözümde uzamasına rağmen ilerlemeye çalışıyorsam tek ama tek derdim Gelidonya Feneri’nin bendeki anlamı yeri zevki keyfi aşkı.

1-2km gittim gitmedim, ayağım için çok tehlikeli filan demelerine takıldı aklım. İçime daha önce hiç düşmeyen bir paranoya düştü. Acayip sinirlendim o an. Ben kimseye yarış sırasında içine tatsız kurt düşürecek bir yorum yapmam. Bana neden yaptılar bunu diye kızdım. Aklıma o pis sahilde bastığım zeminden kapılabilir mikroplar senaryoları geldi. Geldikçe uykum geldi. Sinirim arttı. O sırada batonu ayağıma batırdım, sıçradım bileğimi burktum. Zaten iki yıl önce o bileğe OCC’de bi adam 2 kere düşüp çatlatmıştı, o zamandan beri hassas, kesin şişer şimdi bu da dedim. Negatifliğimden sıkıldım. Kafamı toplayamıyorum. Ota moka şikayet ediyorum. Huysuzum. Telkinim kalmamış. Eyvah dedim, kafanın beni bıraktığı yerlerdeyim. Ben de Tolga’yı aradım. Sağlık ekibi acaba bana bir yara bandı ve bir de soğuk sprey getirebilir mi, ihtiyacım var, ulaşılabilir bir noktadayım dedim. Canım sağlık ekipleri anında geldiler. Bileğime soğuk sprey sıktılar. Ayağıma resmen psikolojime iyi gelsin diye -çocuk gibi- bir yara bandı yapıştırdık. Selamlaştık, gülüştük, sarıldık, teşekkür ettim. Yola devam ettim.

Su noktasına geldiğimde ağlamaklıydım. O kadar uykum vardı ki, uykudan başka bir şey düşünemez olmuştum. Tek derdim vurup kafamı uyumaktı. Gelidonya’yı görüp orada dibinde uyusam filan diye düşünüyordum. Arda’yı aradım. Sesin iyi geliyor. Kendini iyi hissederken istersen bırak tadın kaçmasın, zaten sen fazlasıyla amacına ulaştın dedi. Sinir oldum onu aradığıma. Bırak diyen kimseye tahammül edecek halde değildim. Damla’yı aradım. Damla “Saçmalama Yonca! Uykum vardı ondan bıraktım mı diyeceksin. Biraz ayıp değil mi sence organizasyona? Hemen yat o su noktasında, 20 dakika uyu, ben seni arar uyandırırım. Devam et. Çok az kaldı. Sen yapmayacaksın da kim yapacak, topla kendini. Baktım, şu anda üçüncüsün, kürsü geliyor, zaman sıkıntın filan da yok. Hadi!” dedi. O da bana devam et diyor diye sinirlendim. Artık ne desinler istiyorsam. Seda aradı. Kesin Damla haber vermiştir. Seda bana beslen, dinlen, devam et, üçüncüsün bak dedi. Ona da sinirlendim. Herkes çok biliyor diye. Kafalara gel. Yonca’nın bögh yüzü.

Damla böyle zamanlarda müthiş bir önem taşıyor benim için. Resmen en iyi antrenör o. Kimse onun gibi ölü diriltmez. Sesi kararlı, dedikleri hep çok içime işliyor. Su noktasında arabaya uzandım. Uzandım ama inanılmaz bir rahatsızlık içindeyim. Ne oturabiliyorum, ne uyuyabiliyorum, ne yatabiliyorum. Kafamı susturamıyorum. Sürekli bana “Musa Dağı’na karanlığa kalırsan bittin. Kalk devam et” diyor kafam. O sırada yerimden kalkayım dedim ki bir baktım arkadan Deniz yetişmiş. Onu gördüğüme çok sevindim. Kafamda deli cümleler, bak arkadan gelen bir kadın daha var. Hadi bi gayret vesaire… Suluklarımı ağzına kadar doldurdum. Yeniden. Bu noktadan sonra Adrasan 1. Su noktasına 10,7km vardı. Gerçekten çok zor bir 10km orası. Şu anki kafa halimde daha da zor olacak biliyorum. İnsanı ters köşeye yatırır. Hızlı gitsen de yanarsın, yavaş gitsen de. Zemin ayrı zor, hava ayrı sıcak hissedilir. Issızlık ayrı sıkıntıdır, güzellik ayrı büyüleyicidir. O arada telefon hiç ve asla çekmez. Hani belki 1-2 yerde çekse de sen o arayı yakalayamayabilirsin. O yüzden temkinli olmak her daim şart olan bir kısım. Ne aklı yahu! Ben aklımla uyuyorum.

Tekrar edeceğim şu noktada, Likya Yolu’nda 10km koşmak için gelmek de zor, yürümek için gelmek de. Antrenman istediği gibi, malzemelerin şakası olmaz. En önemlisi de su. Bazı yarışmacılar nedense km az diye düşünerek suyu az alır, taşımak istemez ve hayatı kayar. O rotada bazen 1km’yi bir saatte gitmek zor olur. Zaman-mekan-zemin doğada her zaman göreceli, Likya’da daha da göreceli. Ha hepsi tam olsa süper olur, bazen hepsi tam olsa da fena olur. Bu işin de fıtratında bu var yani.

Kendimi bir gayret topladım, başladık çıkmaya. Deniz önde ben arkada. Derken Nurettin Bayrak geldi. Böylece yolda üçümüz olduk tırmanışa geçen. Sıcak fena hissettiriyordu artık kendini.

Nurettin’in adını Nurettin olarak bilsem de, artık ne haldeysem, bu noktadan itibaren ona sürekli Muharrem dedim. Ekiplere söylediğini duyduğuma göre, birkaç kere beni düzeltmiş, sonra bakmış faydası yok, bırakmış. Yazarken püskürerek gülüyorum buna. Hayatta en sevmediğim şey bir insana yanlış isimle hitap etmek ve hey maşallah herhalde saatlerce Muharrem dedim Nurettin’e.

Patikayı 2km kadar çıkınca Gelidonya Feneri görünür. O sırada parkurda genç bir grup da yürüyüşe gelmişti. Aralarında bazı gençler “ne işim var lan benim doğa yürüyüşünde bi daha gelmem” diye küfür kıyamet gidiyordu. Bazısı -son derece cahilce diyeceğim- atlama zıplama hareketleri yapıp beni de zora soktu. Kızlar onları geçince iyice sinirlenip birbirlerini geçmeye çalışıp düşme düşürme riski olan hareketler yaptılar. Onlara dur oğlum diyecek halim yoktu. Pis pis bakıp devam ettim yoluma. O anda pis bakmadığım tek şey doğaydı.

O yolda Gelidonya Feneri’ne varış öncesi bir ağaç vardı secdeye yatmış. 2012’den beri fotoğrafını çekerim. Kalbime çok dokunur. 3 senedir yok. Yani var da, kırılmış belinden ve kesilmiş artık. Onun kalıntılarını gördüm. Gözlerim doldu. Devam ettim. Gelidonya Feneri’ni gördüğümde ne hissettiğimi anlatmam çok zor. Çok büyük Şükür! 1 kere daha görmek nasip oldu diye, kocaman yürekten bir şükür.

Bu sefer gün doğarken değil, öğle sıcağında saat 12:30 gibi varmıştım. Yine çok güzeldi. Gök ve deniz birdi. Gelidonya Feneri ardında uzanan o adalar yine sanki gökteki bulutlar gibiydi. Dizi dizi. İçimde acayip bir acı vardı bu sefer. Muzaffer değil de yeniklik hissi. Daha önce burada hiç bunu hissetmemiştim. İnsanın kendini göğün üzerinde gördüğü bir yerde yenik hissetmesi çok garip. Çok özel. Çok eşsiz. Çok tezat. Çok ego ezici.

Çok zor bir sene geçirdim. İzleri hayatım boyunca silinmesi zor. Zaten hangi yaranın izi tam kayboluyor ki. İnsan yaralarına bakıp ne yaşadığını hatırlıyor sadece zamanla, ve artık ne kaldıysa o izden geriye, bazen gülümsüyor bazen de suratı düşüyor. Ben, henüz, o yaralara bakıp ne hissedeceğimi kestiremediğim zaman aralığındayım. Gelidonya’dan da böyle böyle baktım ufka. Kırmızı toprak, kayacıklar, irili ufaklı taşlar, ağaç kökleri ve adaçayı sağımda solumda.

Gelidonya’ya çıkışın bir anlamı ve kendine ait efsanesi de var. Likya Yolu Ultra Maratonu ile bu parkurda koşmaya gelen çoğu kişi bilmiyorum haberdar mı. Beni hep çok büyüler, etkiler, duygulandırır. Tarihi ve çok özel bir yolda yaşıyoruz bu yazdıklarımı. Herhangi bir parkur değil Likya. Çok şanslıyız buraları koşabildiğimiz için. Instagram’da yazmıştım buraya da ekliyorum Gelidonya’nın efsanesini, hikayesini.

“İlk 2012’de koştum Likya’yı. İlk 2012’de geçtim Gelidonya’dan. Karaöz, Korsan Koyu olarak da anılıyor, türlü çeşit efsaneye konu. Uzunetap olmasa hayatta bilmezdim oraları, bilsem de adımlamazdım böylesine havasına toprağına yerine göğüne bulanmazdım nefesimle tenimle. Gelidonya’yı dönebilip de geçen Korsanlar sığınıyor, dönemeyenler batıyor. Sen Karaöz’den start alıp Gelidonya Feneri’ne gün ağarırken varmak için saygı içinde sessizce tırmanışa geçersen, gökle denizin öpüşüp seviştiği, gök mü deniz mi bilemeden büyülendiğin o canım zirveye ulaşırken, bir rivayete göre, Korsanların kulağına hayata dair nice acı tatlı sır ve tecrübelerini, sana da senin hayatına ait bir sırrı fısıldamalarını duyuyorsun. O yüzden oraları sessiz çıkmak bir başka önemli. Bilim başka açıklıyor tabi bu Efsaneyi.. Koyun ve o burnun Gelidonya Feneri’ne çıkan eğimi rüzgarla öpüşen ağaç dallarında, yapraklarında fısıldamaya benzeyen bir ses yaratıyor. Patika sağlı sollu adaçayı kekik dolu olduğundan da, kokuları seni nasıl büyülüyorsa artık, o fısıltıları yorgunluğun da verdiği adrenalinle kulağına birileri bi şeyler fısıldıyor diye yorumluyorsun. Bence o işte kalbinin senle irtibata geçtiği an! Duymayı dinlemeyi seçersen! Ben, hiç acele geçmedim daha burayı. Sessiz sedasız, sadece kulak kabartarak, o muazzam manzaranın tadına doyarak adımladım hep. Hayatta olduğum sürece de mutlaka koşacağım. Ekip “yahu kadın yüz yaşında ahı gitmiş vahı kalmış hala Gelidonya’ya koşacam diyor” diyecek ben orada olacağım. Koşamadığım gün gönüllü olup koşmaya gelenlere Likya masalları anlatacağım.”

Önümde Deniz vardı. Sıcak fenaydı. Bunca yıldır ilk defa burada bu kadar sıcakta ilerlemeye çalışıyordum. Daha önce hep günün erken saatlerinde geçmiştim. Deniz’le sohbet etmeye çalışarak adım adım çıkmaya çabalıyorduk. Deniz’in benden 12 yaş “genç” olması, heyecanı, gücü, cesareti, çabası, ultra maraton sevdası, anlattıkları çok etkiledi beni. İçimden bi an, ne imkanım varsa ona versem de daha da çok ultra koşsa gibi bi şeyler geçirdim. Öyle çok istiyorum ki bu dağları aşan yollarda daha çok kadın görmeyi. Deniz, bir yandan da hırslıydı. Gerçi onu aşağıda su noktasında hemen arkamda gördüğümde ben de hırs yapmıştım. İnsan kendini söylemiyor, bak sen utanmaz bana. Yatamamıştım bi türlü bitirememe endişesiyle. Deniz bana daha önceki kontrol noktalarına saat kaçlarda girdiğimi soruyordu, ben bunların farkına varmakla meşgulken. Anladığım hesap yapmaya çalışıyor, acaba benimle arayı ne kadar kapatabilir de beni geçip kürsüye varır varmaz anlamaya çalışıyordu. Güldüm kendi kendime. Bende de aynı hesap vardı. Bu hesabı aynı şekilde yaptığımı fark edince, utandım. Bu yazdığımı en iyi Çağla bilir. Çok saçma. Ben birilerini geçince mahcup oluyorum demiştim ona bir Runfire zamanı. Anlamıştı beni. Bakiye Ablam da çok gülmüştü bu dediğime. Hatta bana “Kızım sen deli misin, kimseyi yarı yolda bırakmayacaksın, ama iyi olduğundan emin olduğunda da kendi yarışını koşmayı bileceksin” demişti. Oysa şu anda her attığım adımda “ay doydum yeter” derken, bir yandan da Deniz de ben de kim kimi geçer gibi bi hesabı yapıyorduk. Yazmak bile yüzümü kızartıyor. Oysa bundan daha doğal bir gerçek olamaz ki değil mi! Adı üstünde yarıştayız. İlahi kafam. Neyse.. elimde değil. Sonra aslında Nurettin olan Muharrem yaklaştı. Deniz’e adaçaylarını gösterdim. Gelidonya’nın hikayesini anlattım. Çok hoşuna gitti. Oturduk taşların üzerine. Nefes almaya, dinlenmeye, moral toplamaya çalışıyorduk. O arada daha varacak ve geçmek zorunda olduğumuz kayalıklı çarşak alan geldi aklıma, ve hiç hatırlamak istemedim. Derhal kafamdan kovdum orayı. Allah’ım daha orayı geçmek gerek, nasıl olacak, oraya nasıl varacağım nasıl devam edeceğim, keşke Gelidonya’mı görüp 2km gerisin geri inseydim, bıraksaydım gibi şeyler, devam etmekten daha fazla dönüp durmaya başlamıştı kafamda. Sonra kendime, ama bak Yonca, tatlı tatlı su noktasına gel, elbet açılırsın. Baksana zaten kaç kadın kaldınız, hatta belki kürsü bile yapacaksın, hadi kızım filan diyordum. Telkinde bir markayım yemin ederim. De sanki ne zamandan beri ben kürsücü olmuşum bilen yok. Gülüyorum. Ulen öndekiler bırakmasa kürsü kelimesi lugatta bile olmayacak o sırada. Hey gidi Yonca! Kafamdaki bu dur kalk tenis maçı sürekli, ama sürekli, avantaj berabere şeklinde devam edip bir türlü bi taraf puan alıp sonraki sete geçemiyordu. Deniz’le karşılıklı oturduğumuz bir an, tahminimden de fazla su içtiğimi fark ettim. Sıcak inanılmazdı. Üstelik ben bir Dubai bebesi olarak sıcağa alışkınım. Deniz de sıcaktan fena şikayetçiydi. Aslında Nurettin olan Muharrem ise hiç ses etmiyordu. Arada bir kıkırdıyordu sözlerimize. Hep beraber adımlamaya başlıyor, hep beraber mola alıyorduk. Oturduğumuz taşlar gölgede bile cayır cayır yanıyordu. Nasıl desem, 100metre var yok, ilerleyip hop hemen duruyorduk.

Hala çıkış devam ediyordu. Çık Allah çık… Bakiye Abla ile koştuğumuzda 2016’da, 3. Gün dizi çok ağrıyordu bana; “İnsan iyi olduğunda koşarak geçtiği yerleri hatırlamıyor, canı acıdığında attığı her adım unutulmaz oluyor, buraları daha önce hiç böyle görmedim, sanki şimdi ilk defa görüyor gibiyim” demişti. Ben bu çıkışın her detayını biliyor olsam bile, daha önce hiç bu kadar mikroskobik incelememiştim.

Bir defasında Feyza’yı “ben seni bırakmam, buraları beraber geçelim” diyerek ikna etmiştim, o sefer de Feyza’yı beklerken ne kızmıştım, neler neler demiştim bi türlü ilerleyemiyor diye. Şimdiyse bütün o sövdüklerim ben olmuştum. Ara ara buna da gülme geldi. Eeee, insan ancak kendi düşünce anlıyor işte. Hepsinin kulaklarını tek tek çınlattım. Özürlerimi diledim. Başa geldi yavaşlık ve sıcak, çektikçe anladım, anladıkça özür diledim. Hesaplaştık diye diye dağlardan taşlardan hepsine selam eyledim.

Deniz, tepeye yakın durduğumuz bir yerde bana yine “acaba sen önceki kontrol noktalarından kaçta geçtin?” diye sorduğunda, kıyamam, “Denizcim, hadi bas git, ben büyük ihtimal zor gelirim. Su noktasında bırakırım. Zaman kaybetme..” dedim. O an, Deniz’in üçüncü gelmesini yürekten istedim.

Likya Yolu Ultra Maratonu’na ilk katıldığım sene, 2012’de, 6 G kategorisinde kürsüye kadınlar 1. si olarak çağrıldığımda şoka girmiştim. Tüm kategorilerin en sonuncusu olmuştum ama, meğer tek katılan kadın ben olduğum için, 6G Kadınlar Birincisi de ben olmuştum. Hala gülerim. Daha sonra, 2017’de Gelidonya Parkuru 1. si olmuştum. Yani buralarda kürsü görmüşlüğüm de var. Bi düşündüm, kürsüye mi kastın a be kızım diye, asabım bozuldu gülme tuttu. Yani öndekiler yarış bıraktı diye kürsü kıymete bindi. Yoksa sanki şu an onu mu düşünüyor olacaktım. İnsan çok garip diye diye, adımlıyordum Deniz’in arkasında, aslen Nurettin olan Muharrem dediğim arkadaşımın önünde. O noktadan sonrası büyük bir iç ve dış savaştı.

Sıcak ciğerimize işledikçe su içtim. İçtikçe hızlanmayı düşündüm ama ne mümkün. Yorgunluk, uyku, sersemlik, eksik antrenmanlılık artık tam da bu noktada -e olsun artık- kendini tavan yapmış, tüm etkisini gösteriyordu. Batonumu ha bire toprağa diye kendi ayağıma saplamaya başlamıştım. Dikkatim sıfırdı. Adrasan’ a giden dağ patikası yer yer yamaç geçilen, dik, zemini hayli zor bir yamaç. Yer yer çarşak, kocaman ve kaygan kayalıklar var. İniş 3 adımsa çıkış 50 adım ve kaynar sıcak. Sağın deniz, yar ve uçurum, solun dağ. Yer gök her yer her şey sıcak. Su noktasına 4 km kala, bütün suluklarımdaki sularım tükendi. İşte bu, eyvah eyvah dediğim en büyük ayılma ve yıkılma noktamdı. Kilometrelercedir beraberdik “Muharrem”le. Tempomuz yoktu. Sadece ilerliyorduk. Kağnıdan hallice. Arada bir, bu halde gidersek Musa Dağı ne olur filan gibi bir konu açar gibi olup ikimiz de kapatıyorduk. Hele bi şurası bitsin de… Likya Yolu Ultra Maratonu Teknik Direktörü ve ultra maratoncu Sevgili Prof. Dr. Taner Damcı Hocamız her yarış öncesi teknik toplantıda mutlaka uyarıp anlatır. “Su önemli. Susuz kaldığınızda acele etmeyin. Dinlenin, sık mola alın. Acele etmek sizi daha zor duruma düşürür, alacağınız kısa molalar size hayati önem taşır ve zaman kazandırır.” der. Sularımın bittiği o andan itibaren, konuşmayı kestim.

Molaları özellikle gölge bulduğum her alanda sıklaştırdım. Susuzluğu düşünmemeye çalışıp tükürük filan biriktirmeye başladım. Konuşmaya çalıştığımda dilim sürçüyor, pelteleşiyor, aklımı toplayamıyordum. Batona kafamı yasladığım her an içim geçiyor, uyukluyorum, sendeliyorum, ayağımı gördüğüm yere atamıyorum, dikkatsizlikten düşüp yuvarlansam büyük sıkıntı. Kafamı gözümü ota dala ağaca geçirsem başka sıkıntı. Sürekli kendimi uyarmaya çalışıyorum ve iyi ki yanımda bir arkadaş var, ona çok seviniyorum.Yine Bakiye Ablam geliyor aklıma. “Kızım dağda patikada böyle yerde insanın yoldaşı mutlaka olmalı. Avrupa’da katıldığım bir yarışta gece bir CP’den çıkacak oldum, salmadılar. Arkamdan gelen adamı beklemem gerektiğini, yolda yalnız değil iki kişi gitmemizin birbirimiz için de önemli olduğunu söylediler. İnsan yorgun olduğunda başına bi iş gelse en azından diğeri yardımcı olur, gider organizasyona haber verir. Bazı rota ve yollarda mutlaka 2 kişi olmaya dikkat et…” ne kadar doğru bu dedikleri. Al işte, yaşa da gör.

“Muharrem” diyorum, “suyum bitti. Mıçtık.” “Benimki de çok az kaldı.” diyor. İkimizde de sinirsel bir gülme. Kayalıkları geçiyoruz zar zor. Gidiyoruz gidiyoruz gidiyoruz, duruyoruz, “Muharrem” hesap yapıyor, gide gide 375metre kadar anca gitmişiz. Susalım daha iyi. Sessizlik. Saat akıyor, ter akıyor, gün akıyor. Bir biz akmıyoruz.

Bi ara yerde çöp gördüm. Birisi çikolatasını düşürmüş. Ucundan yenmiş. Sonra birkaç tane daha paketli gıda atığı buldum. Aldım onları boşalmış suluğuma koydum. Bari çöpler kalmasın parkurda diye. Sinirlendim de. Bizden önce geçen turist grupları da olabilir tabi, hiç fark etmez, süper deli oluyorum çöp gördüğümde! Neyse. ben de aldım çöpleri, bi güzel suluğumu açtım, içine attım. İlerlemek giderek zorlaşmıştı. Artık emindim, Musa Dağı ve inişe karanlığa kalacaktım ve kalmak istemiyordum. İçimden sürekli şu cümleler geçmeye başladı.

“Ben bu yolda hiçbir gün, hiçbir şekilde herhangi bir saniyesinden pişmanlık duymak istemiyorum. Sevmeden tek adım atmak istemiyorum. Bıkmak istemiyorum. Doygun hissediyorum. Jübile istiyorum. Adrasan 1. su noktası, yani 82.km’ye, hele bir sağ salim varayım, benim için bir jübile olsun. Tadı damağımda, o ana kadar iyi hissederek koştuğum, belki de son en uzun koşum olsun. Bu yaşımda, yapabildiğim en fazla antrenmana en uygun uzun mesafe koşularım bundan böyle belki de 50-60km civarında olsun. UTMB organizatörlerinden o İtalyan kadının ne dediğini de şimdi daha iyi anlıyorum. Kadın 67 yaşındaydı. Bana, yıllardır 100km ve üstü koştuktan sonra oturduk ve artık o kadar uzun antrenman ve koşu istemediğimizi düşününce OCC’yi yarattık ve Mont Blanc etrafında 50küsür km hepimizi çok mutlu etti. Bu yaşta bu mesafeler bizce yeterli, daha uzunlara doyduk demişti. Şu anda hissettiğim tam da bu. Ne organizasyonun başına ceza olmak istiyorum, macera ruhuyla karanlıkta Musa’dan Paratoner Ormanı’nda inerken, veya inemez hale gelirken, ne de finişe tatsız ve sağlıksız bir ulaşamama yaşamak istemiyorum. Ben, Likya’ya hep bu aşkla coşkuyla özlemle gelmek istiyorum. Su noktasına gelip bırakmak istiyorum…”

Gözlerim dolup dolup boşalıyordu. Sinir de olmuştum kendime. Bitiremeyeceğimi bilerek yola çıkmak da bana özel bir şeydi. Uzun yaşamayı sevmekti derdim. Yaşıyordum da. Güzel olan da buydu. Bak yine ne güzel bir gece yaşamıştım. Ne güzel daha önce hiç tatmadığım bi şeyleri tatmıştım. Öyle çok canım yandı ki bu sene, ben artık canıma bi acı daha almak istemiyordum. Aslında içimdeki öfkeler de dinmişti bunca sene nihayet koşa koşa. O an dank etti. Bunca senedir öfkemden kaçarak, öfkemi motivasyon alarak koşmuştum. Kendimden kaçmak, kendimi kovalamak için. Oysa şu an muhallebi gibiydim. Öfkemi kaçırıp kovalamak kısmını bırakmış cayır cayır öfkemi açığa çıkarıp yaşadığım, yanıp yaktığım ve zerre pişman olmadığım bir 9 ayı geride bırakmıştım. Öfkem haddini, yerini, hedefini merkezini bulmuştu. Kaçırmamıştım, saklamamıştım, yerine bi şey koymamıştım. Oh be! Farkındalığa gel. Doygunluk buydu. Belki de buydu içime su serpen.

Ah ulan su! Ben buralarda susuz kalacak insan mıydım!

Susuzluk öyle bir şeymiş ki, insan kuduzu anlıyor. Susuzluktan sinirli olmaya başladım. Bir ara telefon çekse, önüme geleni arayıp avaz avaz bağırmak istediğimi net hatırlıyorum. Hatta bi yerlere tekme yumruk atmak istedim. Ne yapacağımı bilemedim susuzluktan. Hatta şaşırdım, ayol ne diye bağıracaktım ki! Suuuuu diye mi!

“Muharrem”’le ilerliyor, arada bir ne kadar gitmişiz diye bakıyor, 1km bile olmamış olduğunu fark edince, durmaları sık ama kısa yapıp giderek sessizleşiyorduk.

“Ne kadar zamandır beraberiz Muharrem?” diye sorduğumda, kilometrelerdir cevabını duydum. O arkamdaydı. Geç istersen öne sen git, dedim. Yok ben de daha iyi gidemem zaten, ve sizi bırakmam dedi. O anda bunların ne demek olduğunu yazının anlatması zor hatta imkansız. Siz anlıyorsunuzdur kesin. Buraya kadar okuyanın bunları anlaması, çok özel. Teşekkür ederim.

Derken, sanırım 3km filan vardı hala daha su noktasına, “Muharrem ben dayanamıyorum susuz, fenayım.” dedim. “Muharrem” ben size son kalan suyumu veririm, benim yanımda Kolajen suyum da var, onu içerim, bana yeter, dedi…

….

-Kolajen su, suyun yerini tutmaz… ne yapıcaz?

-Siz alın bu suyu, ben idare ederim, gerçekten… dedi.

Bence o sırada kesin gözümün yaşını yutkundum. “Muharrem biz artık senle Dünya Ahiret Likyalı yoldaş olduk.” dedim, en içten gülümsemesiyle, “E olduk.” dedi. Suluğunun kapağını açtı. Ben de açtım suluğumun kapağını. Boşalttı. Kapağı kapattım. Bi yudum içtim. Oh beeee… Bi garip geldi suyun tadı. Dedim, ağzımın tadı bozulmuş, normal. Sonra suluğu yerleştirirken bi baktım ki, bütün o çöpleri topladığım suluğun içine koydurmuşum Muharrem’in son kalan suyunu iyi mi! Allah beni ne yapsın!!! Dehşet içinde “Muharrem!” dedim Nurettin’e… “Ben son kalan suyu içinde çöp olan suluğa doldurmuşum!”. Yani ne yaparsın ki! Çaresiz bakıştık. Olsun, yine de içerim. Zaten az dursun pislik dibe çöker dedim. İlerlemeye devam ettik. Sendeliyorum, batonu saplayamıyorum, kayıyorum, takılıyorum, artık gerçekten dehidrasyonun dibindeyim. Kaç km kaldı su noktasına dedim. “Muharrem” baktı, “2,5km” dedi. Yuh, sadece 500mt gelmişiz. Durdum. Derin bir nefes aldım.

“Muharrem, önüme geç. Bas git. Su noktasına benden önce varacağın kesin. Ben 4 taşta bir durucam. Hatta yuvarlanmayacak olduğuma emin olduğum bir yerde tamamen durucam. Emin olmadığım tek adımı atmayacağım. Arkadaşlara söyle. Risk almak aptallık. Bundan sonra benim hatam yüzünden saçma sapan bir şey olsa, suçlusu haksız yere organizasyon olur. Arkadaşlar bana su ile gelebilirse, kazasız ilerleyebilirim. Su noktasında zaten bırakacaktım. Benden buraya kadar.”

Muharrem, emin misin der gibi baktı. Cevap vermeme gerek bile yoktu. Zaten halimi o benden iyi görüyordu. “Gücüm olsa seni sırtımda taşırdım. Suya varayım, ben de getiririm sana su, merak etme, dikkatli ol, ya ben ya organizasyondan birisi sana suyla gelecek. Seni yalnız bırakmak içime sinmiyor, hızlı bir şekilde sana su gelecek.” dedi, ve canını dişine katıp koşmaya başladı. Virajı döndüğünde bağırdığını duydum. Bir ihtimal dağdan birilerinin duymasını düşündüğünü tahmin ettim. Canım Muharrem…

Kayaların üzerinde bir yer gözüme kestirdim. Hani devrilsem yuvarlanıp gitmem. Oturdum.

Orman. Sessiz. Kızıl kahve yeşil. Muazzam uzun bacaklı çamlar. Bodur bitkiler. Kurumuş dağ kekikleri. Adaçayları. Sonsuz, uçsuz bucaksız bir orman. Çamlardan yere düşüp halı gibi döşenmiş iğneleri. Kayak merkezi gibi. Pist olsa, çamların iğnelerinde kayak kayarsın. Öylesine kayganlaştırıyor toprağı örten hali. Kafanı kaldırıyorsun, ağaçların altında öyle küçücüksün ki insancık olarak, karıncadan farkın yok. Arada bir kuş sesi. Daha çok estiğini fark etmediğin rüzgarın ağaçlardaki sesi. Böcek sesi. Nefesinin sesi. Sıcak sesi. İlk defa sıcak sesi duydum. Sıcağın bir sesi var. Hısıldıyor. Sinsice. İnsan sinsi sıcağı sever mi, sevdim be! Yerde azimle bi şeyler taşıyan büyük karıncalara baktım bir süre. Kalakaldığım nokta o kadar güzeldi ki… Ve benim o kadar aşırı uykum vardı ki! Hayatımda hiçbir zaman, hamile olduğumda bile, böyle bir uykum olmadı. Diyorum ki kendime, Korsan Koyu’nda korsanları, denizcileri ağına düşüren Sirenler kaptı beni. Beni uykuyla kandırıyorlar. Yok böyle bir uyku arzusu. Uyuuuuu… Uyu Yonca. Uyuuuuu, bak ne güzel uyku, uyu beni, bırak her şeyi, hadi uyuuuu, uyuuuuu… Uyu da büyü. Yat buraya. Uyumalısın. Uyu… Kandırıyorlar beni. Uyunur mu burda. Deliricem uykudan. Kafamı batona yasladığımda bittim. Açıl Yonca açıl. Bu ne uyku arkadaş! E tabi, yarışa 8 saat araba kullanmışım, önceki gece de uyumamışım. Uykum olmasın da neyim olsun! Pes. Nefesimi topladım. Dibe çökmüştür çöpü dediğim sudan yudumladım. Halime, yaşadığım şu muazzam ana, sakinliğime, durumu kabullenmeme, sakin kalabilme gücüme gülümsedim. Likya Yolu sen beni ne güzel büyütüp yücelttin. Sen beni nelere sabırlı, nelerde güçlü kıldın. Sen beni ne kadar cesur yaptın. Sen beni ne kadar keyifle zorladın. Sen beni nasıl pes ettirdin. Sen bana nasıl yenilgilerin kayıp değil kazanç, kazançların zafer değil tecrübe olduğuna dair mütevazilik verdin. Sen bana nasıl hırs, nasıl ego, nasıl gerçeklik, dürüstlük armağan ettin. Sen beni doğamla yüzleştirdin. Sen beni ölümle yaşamla hayatla sağlık ve hastalıkla ölümsüzleştirdin. Ah be Canım Likya!

Dedim bi tık sonrası idrar. Diğer temiz suluğa doldurursun Yoncacım. İçersin ne var. Nokta. Vay be, dedim kendime. Hayatta kalmanın ne çok yolu var doğada aslında. Zaten güneş battı mı kim bilir nasıl serin olur orman. O zaman susuzluk o kadar koymaz. Tıkır tıkır ilerlerim. Panik yok. Kafa lambam bomba gibi. Dinlenmek zaten insanı müthiş ayağa kaldırıyor. Kararı aldıktan sonrası çok daha kolay. Kabullendin mi olanı, her şey kolay. Bunları düşününce bile iyi oldum. Ayağa kalktım. Baktım daha iyi kafam da dikkatim de bedenim de. Dedim, ekipten biriler bana doğru yola çıkacak, yürümekten başka bana ulaşma imkanları yok. Kala kala 2,5km kalmış. Ha gayret kızım, ha gayret. Likya Yolu Ultra Maratonu’nun bu kısmına hiçbir yerden ayağından başka herhangi bir araçla girilemez. Gökten zembil ve ışınlanma hariç! Bu durumda, ben de onlara doğru ne kadar yaklaşırsam herkes için o kadar iyi. Elinden geldiğince Yoncacım, devam. Çok şükür sakat değilim. Adım atabilirim. Dinlene dinlene… 4 taş sayıp durarak ilerledim. Arada oturdum. Su noktasına 1,5km kadar kalmıştı cep telefonuma mesajlar düşmeye başladı. Hah dedim, 3G çalışmaya başladıysa, bizimkilere de az kaldı. Halimi haber vermek için oturup hemen Tolga Gözüm’ü aradım. Daha çalar çalmaz açtı Tolga. Yutkundum.

-Tolga ben çok susuz kaldım. Bana su lazım. Muharrem önden gitti. İyi değilim. Dikkatimi toplayamıyorum. Aşırı uykum var. Ama aşırı bi uyku. Yıkılmadan ilerlemeye çalışıyorum. Kimseye deme… Utanıyorum salaklığımdan.

-Yoncacım, arkadaşlar çoktan sana doğru suyla yola çıktı. Telefonla görüşebildiğimize göre aramızda 1km var. Sakin ol. Yalnız mısın?

-Yalnızım, Muharrem vardı, o önden gitti bana yardım getirmeye…

-Muhharrem kim Yonca?

-Muharrem Bayram işte. Ultracı. Onunla geldik buraları.

-Yoncacım… bizim Muharrem diye bir yarışçımız yok. Yolda bir turist veya yürüyüşçü mü demek istiyorsun.

-Ya hayır, Tolga var. Muharrem Bayram yahu! Saatlerdir onunlayım. İki batonu var Türk bayraklı. Bizim yarışta. Muharrem Bayram.

-Tamam Yoncacım. Sen sakin ol. Bizim arkadaşlar yoldalar. En geç 20dakika sonra yanındalar. Acele etme. Sen otur bir yere. Zaten ne yapacağını bilirsin. Tecrübelisin. Bekle. Geliyoruz.

Telefonu kapatınca, gözümde yaşlar oturdum bir taşın üstüne. Canım ekip! Canım Canım Canım Canım Ailem! Müthiş bir rahatlama içimde. Az daha oturdum. Sonra artık ulaşılabilir olmamın rahatlığı ile adımlamaya başladım. Sarhoş gibiyim. Gülüyorum ama neye belli değil. Aslında ağlamak istiyorum. Kendime kızıyorum. Kızamıyorum. Çıt yok ormanda. Belki bi 5 dakika dakika daha gittim -bana sanki 20 dakika gibi gelen- sesler duydum. İsmail Perim ve Erdem Biçer, sırt çantaları ile bana doğru geliyorlar. Onları gördüğümde ağlayacaktım. Buluştuk nihayet. Gözleri körken açılan Cüneyt Arkın sahnesiyim şimdi ben. Çantalarından su, elma, elektrolit ve muz çıkarttılar. Hatta kraker. Birden suyu dikemiyorsun kafana. Az az su yudumladım. Allah’ım Su! Su sen nasıl bi cansın. Cansın can!

İsmail ve Erdem, ne kadar tatlı. Bana oturalım dinlenelim isterseniz, acelemiz yok. Sakin sakin gideriz, 1km kadar aşağıda su noktası dediler. Su içtim. Elektrolit içtim. Elmayı yedim. Azıcık durduk. Gözüm açıldı yürümeye başladık. Biri önümde biri arkamda. Üzüntüm onları buraya kadar yormuş olmak. Ultra maratonu güçlü bitirmek, güçlü ilerlemek marifet. Suyum bitmese de büyük ihtimal bu su noktasında bırakırdım, ama üzüntüm, organizasyondan birilerini yormuş olmak. Mahcubiyet bin!

Muharrem’i sordum. Su noktasında beni haber verdiğini, azıcık dinlenip devam ettiğini söylediler. Çok sevindim. Tıngır mıngır dura kalka bana uyarak sohbet ederek, arada beni tutuyorlardı, iniş kaygandı, ağır ilerledik. Su noktasına geldiğimizde Jandarma, Sağlık Ekipleri, Tolga Gözüm oradaydı. Ay ne kadar sevindim kimsenin başına dert açmadan oraya vardığıma. Bi yandan da mahçubum suyumu yönetemediğim için. Bi de fazla fazla almıştım yanıma. Pes. Bi daha 3litre ile çıkıcam. Biraz bile bile lades benimkisi ama oldu artık. Resmen yarışı bıraktığımı söyledim. Herkesin yüzü burkuldu. Ben, Allah biliyor, süper içim rahattım. Yarışı bıraktığın zaman artık ekiplere teslimsin. O noktada bekleyeceksin. İşleri ne zaman biter, ne zaman uygun olur, o zaman seni götürürler. Ben de yere oturdum, olan biteni izlemeye başladım. Bi sıkıntı vardı ama ne olduğunu soracak halim yoktu. Jandarma ekipleri geldi. Tolga inanılmaz ciddiydi. Yanıma geldi;

-Yonca nasılsın, bir şeye ihtiyacın var mı? Sağlık ekipleri burada, herhangi bir ihtiyacın? Baksınlar mı sana? (yüzüne bakamıyorum, utanıyorum, çok saçma ama öyle)

-Yok. Şu an artık çok iyiyim. Şimdi toplarım kendimi. Besleniyorum. Çok teşekkür ederim.

-Yonca, yolda bir koşucuyu geçtiniz mi, veya görüp konuştunuz mu?

-Yoo hayır. Bir süre Deniz vardı, onunla konuştuk, bastı gitti. Zaten Muharrem vardı, onu da biliyorsun. Gelmiş gitmiş o da.

-Yoncacım, senin sürekli Muharrem dediğin arkadaş bi kere Muharrem değil, Nurettin Bayrak. O sana birkaç kere düzeltmiş ama bakmış olmuyor, bırakmış.

(gülüyoruz)

-Ay Nurettin tabi yaa… ben ona saatlerce Muharrem dedim Tolga rezalet! Ama başka kimseyi görmedim. Kimse yoktu.

-Musa’dan haber yok. Onu arıyoruz. Eminsin değil mi?

-Tolga, eminim diyeceğim ama.. baksana benim de dikkatim pek iyi değilmiş. Ama kimseyi görmedim kendimden başka, uzun zamandır. O nasıldı acaba? En son Kumluca sahilde bir ara beraber koştum. Ayakları çok acıyordu. Karaöz’e geleyim bırakırım diyordu. Devam mı etti? Vay.. Gerçekten ayakları acıyordu. Hay allah… Ama o Karaöz’de bırakacağını söylemişti. Devam mı etmiş.. emin misiniz devam ettiğine? Şaştım şu an.

Tolga o sırada ekipten arkadaşlarıyla ve Jandarma ile hayranlık duyduğum bir organizasyona girişti. Musa’nın en son hangi noktadan sinyal verdiğine bakıldı. Ayrıca en son Gelidonya çıkışında fotoğrafının sabah saat 10:43’de çekildiği bilgisi geldi. Üzerinde ne renk giysi var, o söylendi. Diğer geçtiği kontrol noktalarından kesin bilgiler alındı. Saat ve dakikasına kadar. O andan sonra hepsi türlü hesap yaptılar, Adrasan’a doğru ilerliyor olduğu kesindi. Başına bir iş gelmemiş, düşmemiş, ilerliyorsa yani. Akşam çöküyordu. Bir ekip Gelidonya tarafından, bir diğer ekip de benim bulunduğum bu 2. Su Noktası dediğim yerden, sırtta su, yiyecek, sağlık ekipmanı, kafa lambaları, fenerler ile aramaya çıkacaktı. Hem içim fena oldu, hem bir kere daha ne kadar ciddi bir iş bu iş diye düşündüm. Kendi kafa lambamı çıkarttım. Lazım olursa diye. Jandarma ekiplerinden birinin işine yarayacak oldu, çok sevindim. Daha sonra bu da çok kalbime dokundu, yanımdaki ek pilleri de vermiştim, Jandarma kafa lambamı teslim ederken, o pilleri de geri göndermiş. Güven böyle bir şey! Hiç de mecbur değillerdi o pilleri de geri göndermeye. Ekiplerin dağa yürüyerek çıkıp arama yapmaktan başka tek bir çaresi yoktu. Hani orası öyle bir alan ki, helikopter olsa adam indirilmez. Tek çaren yürüyerek aramak. O sırada Tolga, Ozan -ki hepsi donanımlı AKUT ekibi- nerelere bakmak gerek, nasıl aramak gerek ekipteki diğer kişilere bilgi veriyorlardı.

Tolga bir ara, “Arkadaşlar bir grup diğer gruptan kesin daha önce Musa’ya ulaşacak, ve diğer ekibe hiçbir şekilde telefon çekmediği için haber veremediğinden yolun diğer ucuna kadar gelmek zorunda kalacak. Yol uzun, karanlığa kalınacak. Ona göre hazırlıklı olun.” dedi. Tüylerim diken dikendi. Herkesin sırtında en az 4.5-5lt su vardı sanırım. Sağlık malzemesi, sedye, gıda takviyesi.

Jandarma Komutanı da kendi ekiplerine gereken bilgileri verdi. Bi yandan Musa iyi olsun, yorgunluktan bir yerlerde uyukluyor olsun, düşmemiş, bi yardan aşağı yuvarlanmamış olsun diye dua ediyorum, bi yandan da Set Adventures ekibine, Sağlık ekiplerine saygımdan dudaklarımı ısırıyorum. Bir yandan da ne büyük sorumluluk bu organizasyon, her organizasyon. Deneyimsiz, patika bilgisi, dağ orman tecrübesi çok eksik olma riski ve yalnız yola devam etmek aslında ne çok şey anlatıyor. Donanımlı, tecrübeli olsan da aksilik olabilir. Meğer ben neler öğrenmişim bu yollarda büyüklerimden. Mustafa Kızıltaş geliyor aklıma. Bakiye Duran. Alper Dalkılıç, Elena Polyakova Dalkılıç, Emre Tok, Caner Odabaşoğlu, Aylin Savacı Armador, Kemal Abi (koşan adam) ve daha adını belki yazmayı unuttuğum nice canım ultracı! Koştuğum tüm ultralar, patikalar. O ultraları biz daha emeklerken koşanlardan öğrendiklerimin önemi, ciddiyeti. Likya ve Likya! Al işte benzemiyor kimse sana. Zorluğun, öğretin, imkansızların, patikaların, keçilerin olmadığı yerlerde oldurdukların. Musacım iyi ol…

Raporun başında mı, ortasında mı yazdım. Bir daha yazacağım. Koşulan her ultra bambaşka özelliklere sahip. Lütfen, bütün ciddiyetiyle değerlendirin ve karşılaştırmayın. Organizasyonların size söylediği, uyardığı, önemsediği şeyleri ciddiyetle dinleyin. Zorunlu malzemeleri önemseyin. Tecrübeli ultracıları dinleyin, okuyun, sorun. Müthiş bir okul ultra maraton okulu. Doğa, en inanılmaz öğretmen. En büyük saygıyı hakediyor bu yarışlar. Likya Yolu Ultra Maratonu. Gerçek bir doğa sınavı, hayatta kalma okulu, Survivor hikayesi. Bazı patikalarında, önden gidicem, şunu bunu geçicem diye değil, o yolda ultra maraton ruhu adına birlikte ilerleyin. Erdem edinin bunu.

Nitekim Musa benim geldiğim bu su noktasına yakın bir yerlerde bu taraftan çıkan ekipler tarafından hızlıca bulundu. Dinleniyor, geceyi bekliyormuş. Suyu kalmamış…Bu noktaya her daim sırtımda fazla fazla su ile çıkmayı bir kere daha not ediyorum kendime. Dersimi biliyordum, bir kere daha aldım. Bu rotanın bu kısmını ve de daha sonraki Musa Dağı inişi, organizasyonun tipine bakıp adını “Paratoner Ormanı” koyduğu kısmını hiç yalnız koşmadım, koşmam. Gerekirse bir arkadaşımdan beraber kalmak, ilerlemek için yardım ister, veya yardımcı olurum. Yarış kaybetmek, diskalifiye olmak bile olsa sonunda. Yol arkadaşın olursa zaten bitiririsin ayrıca.

Tolga ile arabaya bindik. Beni Çıralı’ya o götürecek oldu. Yolda ona sorular sordum, cevaplarını hiç hatırlamıyorum. Salyalarım akarak uyuya kalmışım. Zaten otele nasıl geldim, üstümü nasıl değiştirdim, yemeğe nasıl gittik, yedim mi yemedim mi kısımları rüya gibi. Damla, Çağla, Seda bana yardımcı oldular, orası kesin ama ben hiç hatırlamıyorum. Zaten Damla bir fotoğrafımı çekmiş.

Daha sonra, hangi ara bilmiyorum. Deniz’in Adrasan’a varıp bıraktığını öğrendim. O an nasıl bi içim cız etti anlatamam. Ben o kadar emindim ki Deniz 3. oldu diye. O an işte içimden ulen bilsem bırakacağını kesin su noktasında toplar kendimi devam ederdim gibi bi şey geçti, yuh dedim kendime.

Bir kere daha Ufuk Biriz’i andım. Ufuk bana İznik Ultra 80km 2. denemem sırasında şöyle demişti: “Yoncacım, bırakıcam diyorsun, bu karar şu anki koşullar içinde aldığın karar. Sakın bu kararını yarın içinde bulunduğun koşullarda yargılama. İnsan, içinde bulunduğu koşullar değişip geriye dönüp baktığında nedense o an aldığı karar hakkında bin tane şey söylüyor… de işte o iş öyle olmuyor. Yarın sabah yattığın sıcak yatağında kalkıp “keşke şunu yapsaydım” demek, şu anda bu ortamda aldığın her karara haksızlık. İyi düşün. Bence devam edecek haldesin..” ve haklıydı. O gün orada bu söylediği ile ikinci denememde 80km bitirdim. Ama düşündüğümde, susuzlukla geldiğim o andan itibaren kendimi toplasam, Musa inişi beni çok daha zor bir duruma sokardı. Organizasyonun başına da iş açmış bi şekilde kalırdım. Kesin.

Bir şey daha söylemek istiyorum. (Artık bitiyor az kaldı, amma sabrettiniz buraya kadar okuyanlar da ultra okur:)

Azıcık bilindik bir insan oldun mu -bunu derken de utanıyorum ama öyle- senin yaptığın yapmadığın illa birilerine mal olabiliyor. Benim hatam, benim tecrübem, benim başıma gelen, kalkıp haklı haksız organizasyonun başına patlasa, hayatta affetmem kendimi. O yüzden bütün bunları da düşünüyorum. Aynısı çocuklarım için de geçerli. Bir gün kalkıp birileri onlara “bak anneniz koşarken başına şu geldi, siz koşmayın” filan derse diye sağlık kontrollerimi, yapılması gerekenleri noktası virgülüne kadar yapıyorum. Kimse kimsenin tecrübesi ile eksik kalmasın kendi yolundan. Ben en sevdiğim yerde, patikalardayım. Sorumluluk da benim. Hayat da. Çok seviyorum yaşadığım, yazdığım, koştuğum her anı.

Sonuç, 100km bitirememiş oldum. DNF yazıyor sonuçlarda.

82km’de son buldu benim hikaye. Koştuğum nefis bir 82km var. Unutulmaz. Gece boyu enfes koştum. Koştuğum tüm kilometreleri layığıyla şahane koştum. Tek metresinde pişmanlık yok. Şu yazdıklarıma bakın be, kime nasip kısmet? Bana! Hayatımın destanı.

Garmin Fenix5 saatim 91,59km ölçtü koştuğum mesafeyi. Organizasyon ne diyorsa odur. Onlar daha teknik bir gps ile kaç kere ölçüyorlar. O yüzden saatimi değil, onları geçerli görmek gerek. Benim için 21 saat 47 dakika boyunca koşulmuş şahane bir masaldır bu. Koştuğum süre ve yerler boyunca çok iyi güçlü ve mutluydum. Aşağıda, yol boyu çektiğim tüm videoları topladığım youtube’a yüklediğim bir video da var. Goshotsnet’in çektiği tüm fotolarım da aşağıda.

Gücüme hayranım demek istiyorum tüm cesaretimle. Şımarıkça değil, hakkımca diyorum bunu. Bunca saat ve zor parkurda koşup da sonrasında hissettiğim kadar hızlı toparlanma, iyilik, tazelik yılların antrenmanı ve aşkı. İlk koştuğum 40-70-80km sonraları 1 hafta yataktan kalkamayacak ağrım sızım olurdu. Yok. Olmuyor. Yaşlandıkça daha güçleniyorum. Daha çok seviyorum koşmayı. Bence bundan ötesi gereksiz teferruat ve hikaye. Ömrümce koşmak istiyorum Likya Yolu Ultra Maratonu’nda. Tüm Dünya patikalarında, ama en önce memleket topraklarında koşmak istiyorum.

Ve, yaşadığım tüm tamamlanmış ve yarım kalan aşklar bi yana, Likya bi yana…

Canım Likya, En iyi yarım kalan tek aşkımsın,

Hep ve daima!

Yonca

“Likyalı Keçi”

Not: Yazıdaki bütün fotoğraflar için Goshotsnet ekibine çok teşekkür ederim!

 

12 comments
  • Kadriye Olgun 08/10/2019 at 23:17

    Bu aksam yol arkadasligi yapmis olduk birbirimize…siz yazinizla bize geldiniz ben okurken size arkadaslik ettim.ve evet likya yolunu yillardir yurumek ve gormek istiyorum.insallah seneye lutfen allahim hersey yolunda gitsin ve bende orada olayim.en kisa parkur olsun ama bende olayim.bilecikte yasiyorum ve haftasonlari burada daglarda yuruyen bir ekibimiz var.sizi takip ettigimden beri likya yolunu istiyoruz ama heryil dunya telasesinde unutup gidiyoruz.super bir yazi ve macera.hissettiginiz gibi bitirmis olmaniz en güzeli olmus.yol boyunca yaninizda duran arabalar gercekten can sıkıcı.birazda gücünüzü düşüren durumun bunlar olduğunu düşündüm okurken.yinede çok guzel bir maratondu.iyi ki yasadiniz ve bize de yasattiniz.seneye hep beraber olsun insallah .sevgiler

  • SerdarD 09/10/2019 at 10:58

    Yine sen koşuyorsun sonra öyle güzel anlatıyorsun. Ben bir solukta okuyorum. Sanki oradaymışım gibi hissediyorum. Kendimi hadi Yonca, bırakma Yonca diye konuşurken veya arabalı taciz sırasında küfrederken buluyorum. Hele sukardeşin “Muharrem” seni bırakıp giderken gözlerim dolu dolu acaba devam eder mi diye merak içinde..
    Senin mücadeleni, azmini bir kez daha takdir ettim. Ayrımı sevmem ama bir kadın olarak bunları yaşaman, başarman ve açık bir yüreklilikle yazman; yine gurur duydum, mutlu oldum.
    Sen ölene kadar koş noolur. Ama mutlaka yaz ki ben de bu güzel duygularla seni izlemeye devam edeyim.

  • Ceyda Tansev 09/10/2019 at 15:35

    Öyle heyecanla okudum ki,hic bitmesin istedim.Ama bitti.Cok teşekkurler,koşu raporu hastasıyim herhalde…farkinda degilim..💜💜💜

  • Ebru Schmalfuss 09/10/2019 at 16:56

    Yazinizi okuduktan sonra önümüzde ki yil icin hedefi belirledik. Kardesim Washington’dan ben Berlin den gelecegiz ve Likya Ultra da bulusacagiz.. Sevgiler..

  • Ominal 10/10/2019 at 02:39

    Kosu raporu diye girip roman edasinda bir cirpida bitti.
    Gercekten ic meseleli bir yazi.. ice dokunan bir ani aktarimi.
    Cesaret bulasicidir lafini cok severim!

    • Yonca Tokbaş 12/10/2019 at 13:14

      Teşekkür ederim.. iç meselesi olmayan yazı da koşu da yok gibi 🙂

      • Pinar 13/10/2019 at 15:06

        Yonca Hanim sakin bir ofis gununde azicik okumak istedim, sonra baktim bitiriyorum derken bitirdim. Gozlerim doluyor, siz her muharrem dediginizde beni ekrana bakarken bir gulme aliyor, derken Musa Beye telaslandim, derken son bir Muharrem kahkahasi ve yarisi bitiriyorum dediginiz yerde bitirmenizin bende yarattigi hakli gururla bu yaziyi yaziyorum. Adiniza gururlanmak bana dusmez ama oyle cok gururlandim ki, siz ve aklinda olani emegine yansitan tum kosucular icin. Ne mutlu size!

        Saglikla ve hep gonlunuzden gectigi gibi kosabilmeniz yazabilmeniz bize de ulasabilmeniz dilegimle.

        Sevgi ve Saygilarimla

        Pinar

        • Yonca Tokbaş 14/10/2019 at 12:15

          Pınar ben de senin yazdıklarını okurken; ay biti nooolur dedim, güldüğüne güldüm.. Musa yine heyecan yaptı… yani diyeceğim o ki, insan koşuyor, yazıyor sonra da kuzu gibi yorum bekliyor yeniden yeniden yaşıyor… teşekkür ederim.. çok da güzel bir şey dilemişsin kocaman ve tumturaklı bir amin dedim.. hepimiz için…

Leave a Reply